Silsile-i Aliyye’nin on altıncı halkası, Şah-ı Nakşibend (k.s.) Hazretlerinin damadı, “Sırrın Sırrı” ve “Tarikatın Ay’ı” (Mâh-ı Tâbân) olan, nefis terbiyesinin en çetin imtihanlarını vererek zirveye ulaşan Hâce Alâeddîn Attâr (k.s.) Hazretleri ile devam ediyoruz.
Şah’ın Yükünü Hafifleten Damat: Hâce Alâeddîn Attâr (k.s.)
Silsile-i Zeheb’in (Altun Silsile) on altıncı burcunda, Nakşibendiyye yolunun “Pîr-i Ekber”i Şah-ı Nakşibend Hazretlerinin en yakınında bulunmuş, onun sırrına en mahrem olmuş ve bizzat Pîr’in ifadesiyle “Bizim yükümüzü hafifleten” büyük bir veli yer almaktadır: Hâce Alâeddîn Attâr (kuddise sirruh).
O, maneviyat semasında Şah-ı Nakşibend bir “Güneş” ise, o güneşi takip eden ve onun nurunu yansıtan parlak bir “Ay” mesabesindedir. Nakşibendi yolunun usullerini, bilhassa “Râbıta” ve “Murakabe” esaslarını sistemleştiren, dervişlerin kalbini bir sarraf hassasiyetiyle işleyen odur. Asıl adı Muhammed bin Muhammed el-Buhârî’dir, ancak babasının mesleği olan koku ve ıtriyat ticareti (Attar) sebebiyle “Attâr” lakabıyla maruf olmuştur.
Zenginlikten Dervişliğe: Nefsi Kıran “Elma” İmtihanı
Hâce Alâeddîn Attâr (k.s.), Buhara’nın en köklü ve zengin ailelerinden birine mensuptu. Kardeşleri (Hâce Şehâbeddîn ve Hâce Mübârek) büyük tüccarlar ve zahir ulemasıydı. Alâeddîn Attâr da medresede yetişmiş, ilim ve servet içinde büyümüş bir gençti. Ancak kader onu Şah-ı Nakşibend’in (k.s.) kapısına sürüklediğinde, bu zenginliğin ve sosyal statünün “Hiçlik” potasında erimesi gerekecekti.
Şah-ı Nakşibend (k.s.), bu genç ve kabiliyetli müridini teslim aldığında, onun nefsindeki “Benlik” ve “Asalet” damarını kırmak için ona çok ağır bir vazife verdi. Buyurdu ki: “Ey Alâeddîn! Nefsini ayaklar altına almadıkça bu kapıdan geçemezsin. Şimdi çarşıya git, elma dolu bir sepeti sırtına al ve Buhara sokaklarında bağırarak sat. Kardeşlerinin ve tanıdıklarının dükkanlarının önünden bilhassa geç!”[1]Abdurrahman-ı Câmî, Nefahâtü’l-üns, s. 403; Reşahât Ayne’l-Hayât, s. 182.
Düşününüz ki; şehrin en asil ailesinin oğlu, sırtında hamal küfesi, üzerinde eski bir hırka ile çarşı pazar dolaşıp elma satıyor. Kardeşleri onu bu halde görünce yüzlerini çeviriyor, “Bizi rezil ettin, itibarımızı iki paralık ettin” diye azarlıyorlardı. Ancak Alâeddîn Attâr (k.s.), mürşidinin emrine “Baş üstüne” demişti bir kere. O, elma değil, aslında nefsini satıyordu. Bu çileli süreç, onun kalbindeki dünya sevgisini ve kibir putunu yerle bir etti.
Şah-ı Nakşibend’e Damat Olması
Nefis terbiyesindeki bu sadakati ve teslimiyeti, Şah-ı Nakşibend Hazretlerinin takdirini celbetti. Şah-ı Nakşibend’in (k.s.) iffet ve takva timsali bir kızı vardı. Buhara’nın zenginleri ve ileri gelenleri bu kıza talip oluyor, kapıyı aşındırıyorlardı. Ancak Şah-ı Nakşibend, “Ben kızımı dünya malına değil, takvaya veririm” diyerek hepsini geri çeviriyordu.
Bir gün Alâeddîn Attâr’a baktı ve ferasetiyle, “Kızım için Alâeddîn’den daha hayırlısını göremiyorum” buyurdu. Ancak Alâeddîn’in (k.s.) elinde avucunda hiçbir dünyalık kalmamıştı, zira her şeyini terk etmişti. Şah-ı Nakşibend bunu dert etmedi, sade bir merasimle kızını bu sadık dervişine nikahladı.
Hatta rivayet edilir ki, kızının çeyizi o kadar sade idi ki, dünyalık bekleyenler hayal kırıklığına uğradı. Lakin o evlilikten öyle bir bereket hasıl oldu ki, Alâeddîn Attâr’ın nesli (Hâce Hasan Attâr gibi) yüzyıllarca bu yolu devam ettiren kutuplar yetiştirdi[2]Salâhaddin b. Mübârek el-Buhârî, Enîsü’t-Tâlibîn, s. 85..
“Alâeddîn Bizim Yükümüzü Hafifletti”
Hâce Alâeddîn Attâr (k.s.), Şah-ı Nakşibend’in sağlığında dahi müridlerin terbiyesiyle meşgul olurdu. Şah-ı Nakşibend (k.s.), meclisine gelen yeni dervişleri veya manevi tıkanıklık yaşayanları ona gönderir, “Alâeddîn’e gidin, o sizin müşkilinizi çözer” buyururdu.
Bir gün Şah-ı Nakşibend (k.s.) dervişlerine şu tarihi iltifatı yaptı: “Alâeddîn bizim yükümüzü hafifletti. O, bizim yolumuzun işlerini omuzladı. Hatta diyebilirim ki; Alâeddîn, istidadı ve gayretiyle bizim ona verdiğimizden çok daha fazlasını kendi çabasıyla elde etti.”[3]Reşahât Ayne’l-Hayât, s. 185; Hânî, el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 165.
Bu söz, bir mürşidin halifesine verebileceği en büyük icazettir. Alâeddîn Attâr, sadece hocasını taklit eden değil, hocasının koyduğu usulleri derinleştiren (tahkik eden) bir “Müçtehit Mürşid” idi.
İrşad Usulü: Teveccüh ve Murakabe
Hâce Alâeddîn Attâr (k.s.), Nakşibendi yolunun “Hafî” (Gizli) tarafını, bilhassa kalpten kalbe yapılan teveccühü zirveye taşımıştır. Onun nazarının tesiri o kadar kuvvetliydi ki; bir sohbette sustuğu zaman bile, sadece bakışlarıyla dervişleri “Gaybet” (kendinden geçme) ve “Cezbe” haline sokardı.
Dervişlerine en çok murakabeyi (Allah’ın her an kendisini gördüğü şuurunu) tavsiye ederdi. Şöyle buyurmuştur: “En kestirme yol, nefsi aradan çıkarıp doğrudan Hakk’a yönelmektir. Kim ki murakabeye devam ederse, kalbindeki ‘mâsivâ’ (Allah’tan gayrı şeyler) dikenleri kurur.”[4]Câmî, Nefahâtü’l-üns, s. 405.
Yine o, dervişlerini “Taklitçi” olmaktan sakındırırdı. “Şeyhinizin sadece zahiri hallerini taklit etmeyin, onun batıni haline (Allah ile olan irtibatına) talip olun” derdi.
Kerameti: Uzaktaki Müridi Görmesi
Bir gün Buhara’da sohbet ederken aniden sustu, rengi değişti ve “Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh” dedi. Sonra tekrar sohbetine devam etti. Sohbetten sonra yakınları sebebini sorunca şöyle buyurdu: “Şu an Semerkant yolunda olan falan dervişimiz, nefsinin ve şeytanın bir tuzağına düşmek üzereydi. Harama el uzatacaktı. Allah’ın izniyle manen elinden tuttuk ve onu o çukurdan çektik.” Günler sonra o derviş geldiğinde, olayı aynen anlattı ve gözyaşları içinde tövbe ederek şeyhinin himmetine şükretti[5]Yusuf b. İsmail en-Nebhânî, Câmiu Kerâmâti’l-Evliyâ, c. 2, s. 140..
Bu hadise, Nakşibendi büyüklerinin “Tasarruf” yetkisinin, sadece yanındakilere değil, uzaktaki sadık müridlere de ulaştığının delilidir.
Vefatı ve Vasiyeti
Hâce Alâeddîn Attâr (k.s.), Şah-ı Nakşibend Hazretlerinin vefatından sonra emaneti devralmış ve yaklaşık 11 yıl boyunca irşad postunda oturmuştur. Hicri 802 (Miladi 1400) yılında, Recep ayının 20’sinde, Çagâniyân (Denau) bölgesinde hastalanarak vefat etmiştir. Kabr-i şerifi bugün Özbekistan’ın Surhanderya vilayetine bağlı Denau (Denov) şehrindedir. (Bazı kaynaklarda Buhara’da defnedildiği söylense de, irşad için gittiği Çagâniyân’da vefat ettiği ve oraya defnedildiği görüşü ağırlıklıdır)[6]Reşahât, s. 192; Hânî, s. 168..
Vefat döşeğindeyken, etrafındaki halifelerine ve bilhassa yerine geçecek olan Yâkub-el Çerhî Hazretlerine şu vasiyeti yapmıştır: “Bizim yolumuz, edep ve istikamet yoludur. Keramet peşinde koşmayın. Şah-ı Nakşibend Efendimiz nasıl yaşadıysa öyle yaşayın. Birlik ve beraberlikten ayrılmayın.”
Emanet şimdi, zâhir ve bâtın ilimlerinin deryası, Kur’an tefsirinin şahikası ve Hâce Alâeddîn’in en seçkin halifesi Mevlânâ Yâkub-el Çerhî (k.s.) Hazretlerinin omuzlarındadır. Bir sonraki yazımızda; Şah-ı Nakşibend’i görüp ondan feyz alan, Alâeddîn Attâr’ın elinde kemâle eren ve Ubeydullah Ahrâr gibi bir cihan kutbunu yetiştiren Yâkub-el Çerhî Hazretlerinin hayatını ve ilmi derinliğini anlatacağız.
Allah (c.c.), bizleri Hâce Alâeddîn Attâr Hazretlerinin nurlu nazarından ve murakabe sırrından hissedar eylesin.
Dipnot
| ↑1 | Abdurrahman-ı Câmî, Nefahâtü’l-üns, s. 403; Reşahât Ayne’l-Hayât, s. 182. |
|---|---|
| ↑2 | Salâhaddin b. Mübârek el-Buhârî, Enîsü’t-Tâlibîn, s. 85. |
| ↑3 | Reşahât Ayne’l-Hayât, s. 185; Hânî, el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 165. |
| ↑4 | Câmî, Nefahâtü’l-üns, s. 405. |
| ↑5 | Yusuf b. İsmail en-Nebhânî, Câmiu Kerâmâti’l-Evliyâ, c. 2, s. 140. |
| ↑6 | Reşahât, s. 192; Hânî, s. 168. |
Sohbete Katıl