Silsile-i Aliyye’nin on sekizinci halkası, maneviyat dünyasının “Sultanı”, zahir ve batın mülkünün tasarruf sahibi, Fatih Sultan Mehmed Han’a İstanbul’un fethini manen müjdeleyen ve “Hazret-i İşân” (O Yüce Efendi) unvanıyla maruf Hâce Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri ile devam ediyoruz.
Sultanların Şeyhi ve Fethin Müjdecisi: Hâce Ubeydullah Ahrâr (k.s.)
Silsile-i Zeheb’in (Altun Silsile) on sekizinci burcunda, Nakşibendi yolunu sadece tekkelerin içine hapsetmeyip, içtimai ve siyasi hayatın tam kalbine taşıyan, sultanlara adalet dersi veren ve mazlumların sığınağı olan bir cihan kutbu oturmaktadır: Hâce Ubeydullah Ahrâr (kuddise sirruh).
O, tarikat tarihinde öyle bir zirvedir ki, kendisine “Hazret-i İşân” (O Büyük Efendi / Şeyh) denildiğinde akla gelen ilk isim odur. “Ahrâr” lakabı, “Hürler” demektir. O, “Allah’tan gayrı her şeyden (mâsivâ) hür olmuş”, dünya malına sahip olduğu halde kalbini ona esir etmemiş, bilakis dünyayı dervişlerinin hizmetine amade kılmış bir “Hürriyet Sultanı”dır.
Ramazan Hilali ve Kerametli Başlangıç
Ubeydullah Ahrâr (k.s.), Hicri 806 (Miladi 1404) yılının Ramazan ayında, Taşkent’in (o zamanki adıyla Şâş) Bağistan köyünde dünyaya gelmiştir. Babası Hâce Mahmud, dönemin büyük velilerinden, annesi ise Hz. Ömer (r.a.) soyundan gelen saliha bir hanımdır[1]Mevlânâ Ali b. Hüseyin Safî, Reşahât Ayne’l-Hayât, s. 235..
Onun velilik hali, daha beşikteyken zuhur etmiştir. Doğumu Ramazan ayına denk gelmişti. Annesi onu emzirmek istediğinde, bebek Ubeydullah memeyi reddediyor, akşama kadar ağzına bir damla süt almıyordu. Sadece iftar vakti girdiğinde emiyordu. Bu hal, Ramazan ayı boyunca devam etti. Halk, “Hâce Mahmud’un oğlu oruçlu doğdu” diyerek bu kerameti dilden dile anlattı[2]Abdurrahman-ı Câmî, Nefahâtü’l-üns, s. 410..
Çocukluğunda bile oyun oynamaz, “Allah” lafzını duyduğunda rengi değişir, cezbeye kapılırdı. Dedesi Hâce Şihabüddin, onu henüz küçükken gördüğünde ferasetiyle: “Bu çocuğun şanı çok yüce olacak, âlem onun feyziyle dolacak” buyurmuştu.
Arayış Yılları ve Hizmet Aşkı
Gençlik yıllarında Taşkent’ten Semerkant’a, oradan Herat’a ilim ve irfan tahsili için yolculuklara çıktı. Ancak o, medrese sıralarında oturmaktan ziyade, hastalara veariplere hizmet etmeyi tercih ediyordu.
Semerkant’ta Mevlânâ Nizamüddin Hâmûş gibi zatların sohbetine katıldı. Ancak onun kalbi, henüz aradığı “Tam Mürşid”i bulamamıştı. O günlerdeki halini şöyle anlatır: “Gençliğimde Semerkant’taki bir medresede kalıyordum. Orada tifo hastalığına yakalanmış, kimsesiz ve bakımsız talebeler vardı. Herkes onlardan kaçarken, ben onların bakımını üstlendim. Altlarını temizledim, elbiselerini yıkadım. Öyle ki, hastaların pisliğinden elbiselerim kirlenir, namaz kılacak temiz yer bulamazdım. Ama Rabbim bana fetih kapılarını, o kırık kalpli gariplere yaptığım bu hizmetle açtı.”[3]Salâhaddin b. Mübârek el-Buhârî, Enîsü’t-Tâlibîn, s. 195; Reşahât, s. 240.
Ubeydullah Ahrâr (k.s.), Nakşibendi yolunun “Halka Hizmet, Hakk’a Hizmettir” düsturunu bizzat yaşayarak göstermiştir.
Mevlânâ Yâkub-el Çerhî ile Vuslat
Onun manevi kemâli, Silsile-i Aliyye’nin bir önceki halkası olan Mevlânâ Yâkub-el Çerhî (k.s.) ile buluşmasıyla tamamlandı. 24-25 yaşlarındayken, Yâkub-el Çerhî’nin bulunduğu Çagâniyân bölgesine gitti.
Yâkub-el Çerhî (k.s.), bu nur yüzlü genci görünce: “Hoş geldin Ahrâr! Senin gelişinle evimiz şenlendi” dedi. Ubeydullah Ahrâr, Yâkub-el Çerhî’nin yanında sadece üç ay kaldı. Dervişler şaşırdı: “Efendim, seyr-i süluk yıllar sürer, bu genç nasıl üç ayda icazet alır?” Yâkub-el Çerhî (k.s.) cevap verdi: “Ubeydullah buraya geldiğinde zaten ‘kuru odun’ gibiydi, yanmaya hazırdı. Biz sadece bir kibrit çaktık. O, kandilini yakıp geldi, biz sadece fitilini düzelttik.”[4]Hânî, el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 180; Reşahât, s. 245.
Şeyhi ona tam icazet vererek, “Git ve insanları irşad et. Senin tasarrufun doğuyu ve batıyı kuşatacak” diyerek uğurladı.
İstanbul’un Fethi ve Manevi Yardım
Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin hayatında biz Türkler için en heyecan verici hadise, İstanbul’un fethine manen iştirak etmesidir. Bu hadise, Reşahât gibi temel kaynaklarda görgü tanıklarıyla nakledilir.
Bir Perşembe günü ikindi vakti, Ubeydullah Ahrâr Hazretleri Semerkant’taki dergahında aniden murakabeye daldı. Rengi değişti, yüzü terledi, vücudu titremeye başladı. Bir süre sonra, “Allahü Ekber! Allahü Ekber!” diyerek doğruldu ve şöyle buyurdu: “Türk Sultanı Mehmed Han, şu an kâfirlerle cenk etmektedir. Bizden yardım istedi. Allah’ın izniyle yardıma gittik ve zafer müyesser oldu. Feth-i Mübin gerçekleşti!”[5]Mevlânâ Ali b. Hüseyin Safî, Reşahât Ayne’l-Hayât, s. 260.
Orada bulunanlar bu sözü kaydettiler. Aylar sonra İstanbul’dan kervanlar geldiğinde tarihleri karşılaştırdılar. Fatih Sultan Mehmed Han’ın İstanbul’a girdiği gün ve saat ile, Ubeydullah Ahrâr’ın “Fetih oldu” dediği anın birebir tuttuğunu gördüler. Hatta Fatih’in askerlerinden bazıları, “Beyaz atlı, yeşil sarıklı bir zatın en önde surlara hücum ettiğini, kâfirlerin onu görünce korkudan kaçtığını” rivayet etmişlerdir. İşte o zat, “Hazret-i İşân” idi.
Zenginlik ve “Ahrâr” Olmak
Ubeydullah Ahrâr (k.s.), tarikat tarihinde eşine az rastlanır bir zenginliğe sahipti. Binlerce dönüm arazisi, yüzlerce çiftliği vardı. Ancak o, bu zenginliğin içinde “Fakir” gibi yaşardı. Ona, “Efendim, dervişlikte bu kadar mal mülk olur mu?” diye soranlara şu muazzam cevabı verirdi: “Biz bu çiftlikleri ve malları, zalimler alıp da Müslümanlara zulmetmesin diye, Müslümanların hakkını korumak ve fakir fukaraya dağıtmak için elimizde tutuyoruz. Kalbimizde bir dirhem sevgisi yoktur.”[6]Câmî, Nefahâtü’l-üns, s. 412.
Nitekim o, Sultan Ebu Said Mirza ve diğer Timur sultanları üzerinde büyük bir nüfuza sahipti. Sultanlar onun sözünden çıkmazdı. O, bu gücünü daima halkın lehine kullanır, haksız vergileri kaldırtır, mazlumları hapisten kurtarırdı. Nakşibendi yolunun “Halvet der Encümen” (Halk içinde Hak ile olma) sırrını, sosyal adalet mekanizmasına dönüştürmüştü.
Kerametleri ve Tasarrufu
Onun kerameti, sadece havada uçmak değil, insanların kalbine hükmetmekti. Bir bakışıyla en azılı günahkarı tövbekar eder, bir sohbetiyle kibirli bir sultanı derviş gibi boyun büktürürdü.
Bir gün Semerkant Valisi, halka zulmediyordu. Ubeydullah Ahrâr Hazretleri ona mektup yazıp ikaz etti. Vali dinlemedi. Bunun üzerine Hâce Hazretleri, “Madem söz dinlemez, o zaman azledilsin” dedi. Vali, o gece anlamsız bir korkuyla yatağından fırladı, sarayını terk edip kaçtı ve bir daha göreve dönemedi. O, “Dervişin kılıcı kınındadır ama kınından çıkarsa cihanı titretir” sözünün ispatıydı[7]Hânî, el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 185..
Vasiyeti ve Vefatı
Hâce Ubeydullah Ahrâr (k.s.), 89 yıllık bereketli bir ömürden sonra, Hicri 895 (Miladi 1490) yılında, Rebiülevvel ayında Semerkant’ın Kemângerân köyünde hastalandı. Vefatının yaklaştığını anlayınca, etrafındakilere: “Bizim yolumuz, edep yoludur. Şeriattan kıl payı ayrılmayın. Hizmetten geri durmayın. Gönül kırmayın, zira gönül Allah’ın evidir” diye vasiyet etti.
Ruhunu Rahman’a teslim ettiğinde, ardında sadece mal mülk değil, Orta Asya’dan Anadolu’ya kadar uzanan muazzam bir manevi imparatorluk bıraktı. Kabr-i şerifi Semerkant’taki Kafşîr mahallesindedir ve bugün Orta Asya’nın en büyük ziyaretgâhlarından biridir.
Ubeydullah Ahrâr (k.s.), irşad emanetini, zahidlik ve takvada eşsiz olan halifesi Hâce Muhammed Zâhid (k.s.) Hazretlerine bırakmıştır. Silsile şimdi, Ahrâr Hazretlerinin o ihtişamlı döneminden sonra, tekrar zühd ve uzletin derinliğine dalan Muhammed Zâhid Hazretlerinin elindedir.
Bir sonraki yazımızda; Ubeydullah Ahrâr’ın en seçkin halifesi, riyazet ve takva denizi Hâce Muhammed Zâhid (k.s.) Hazretlerinin hayatını ve silsileyi nasıl bir tevazu ile taşıdığını anlatacağız.
Allah (c.c.), bizleri Hazret-i İşân’ın himmetinden, fethin müjdecisi olan o ruhaniyetinden mahrum eylemesin.
Dipnot
| ↑1 | Mevlânâ Ali b. Hüseyin Safî, Reşahât Ayne’l-Hayât, s. 235. |
|---|---|
| ↑2 | Abdurrahman-ı Câmî, Nefahâtü’l-üns, s. 410. |
| ↑3 | Salâhaddin b. Mübârek el-Buhârî, Enîsü’t-Tâlibîn, s. 195; Reşahât, s. 240. |
| ↑4 | Hânî, el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 180; Reşahât, s. 245. |
| ↑5 | Mevlânâ Ali b. Hüseyin Safî, Reşahât Ayne’l-Hayât, s. 260. |
| ↑6 | Câmî, Nefahâtü’l-üns, s. 412. |
| ↑7 | Hânî, el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 185. |
Sohbete Katıl