Silsile-i Nakşibendiyye 11 Aralık 2025

Hz. Ebû Bekir es-Sıddık (r.a.)

bende 7 dk okuma

Hırka-i Saadetin İlk Varisi, Silsile-i Aliyye’nin nurlu halkalarının ilki, Sıddıkiyet makamının şahikası, Peygamberimiz Efendimiz (s.a.v.)’in “mağara arkadaşı” ve “yol refiki” olan Hz. Ebû Bekir es-Sıddık (r.a.) Efendimiz ile başlıyoruz.


Alemlerin Rabbi olan Allah’a hamd, O’nun Habibi, Gönüller Sultanı Hazreti Muhammed Mustafa’ya (s.a.v.) sonsuz salât ve selam olsun. Hakikat yolcularının, Nakşibendi dervişlerinin ve Hakk’a vasıl olmak isteyen taliblerin durağı olan bu silsile-i şerife, nübüvvet pınarından akan suyun ilk ve en berrak havuzudur. Bu havuz, Hazreti Ebû Bekir es-Sıddık (radıyallahu anh)’tır.

Bizler, Nakşibendi yolunun hadimleri olarak biliriz ki; bu yolun temeli, “Hafî Zikir” (Gizli Zikir) üzerine kuruludur ve bu temel, Sevr Mağarası’nda bizzat Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz tarafından Hz. Ebû Bekir’in kalbine nakşedilmiştir. O, sadece bir halife değil, aynı zamanda İslam tasavvufunun ve “Altun Silsile”nin (Silsile-i Zeheb) ilk halkasıdır.

Sıddıkiyet Makamı ve Nübüvvet Sırrı

Hazreti Ebû Bekir (r.a.), peygamberlerden sonra beşeriyetin en üstünüdür. Bu üstünlük, sadece çok namaz kılmak veya çok oruç tutmakla elde edilmiş bir paye değildir. Nitekim Fahri Kainat Efendimiz (s.a.v.): “Ebû Bekir’in size olan üstünlüğü, çok namaz ve oruçla değil, kalbinde yerleşmiş olan bir ‘sır’ sebebiyledir”[1]Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, c. 2, s. 190. buyurmuşlardır. İşte biz dervişlerin peşine düştüğü o “sır”, Nakşibendi yolunun mayasıdır. O sır, Allah sevgisinde yok oluş (Fenafillah) ve Resûlullah’a (s.a.v.) duyulan sadakatin zirvesidir.

O, cahiliye döneminde dahi putlara tapmamış, fıtratı bozulmamış nadir şahsiyetlerdendir. Resûlullah (s.a.v.) peygamberliğini ilan ettiğinde, “Acaba?” demeden, bir an bile tereddüt etmeden iman etmiştir. Bu tereddütsüz teslimiyet ona “Sıddık” lakabını kazandırmıştır. Miraç hadisesinde müşrikler alaycı bir tavırla yanına gelip “Arkadaşın göklere çıktığını söylüyor” dediklerinde, “O söylüyorsa doğrudur” diyerek imanın en sarsılmaz kalesini inşa etmiştir[2]İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, c. 2, s. 36..

Sevr Mağarası: Zikr-i Hafî’nin Doğuşu

Nakşibendi yolunun usulü, “Mağara arkadaşlığı” (Yâr-ı Gâr) hukukuna dayanır. Hicret esnasında, müşriklerin takibinden kurtulmak için Sevr Mağarası’na sığındıklarında, Hz. Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz, Resûlullah (s.a.v.) için büyük bir endişeye kapılmıştı. Bu korku, kendi canı için değil, Alemlerin Efendisi’ne bir zarar gelmesi ihtimalindendi.

İşte o an, Kur’an-ı Kerim’de “İkinin İkincisi” (Sâniye’s-sneyn) olarak övüldüğü[3]Tevbe Suresi, 40. Ayet. o mukaddes mekanda, Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz onun dizine başını koymuş ve manevi bir operasyonla o endişeli kalbi sükûnete erdirmiştir. Efendimiz (s.a.v.), “Üzülme, Allah bizimle beraberdir” (La tahzen innallahe meanâ) buyurarak, ona “Hafî Zikri” (Sessiz Zikri) telkin etmiştir.

Rivayet edilir ki; Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz, Hz. Ebû Bekir’e dilini damağına yapıştırmasını ve nefesini tutarak kalbiyle “La ilahe illallah” demesini emretmiştir. Bu telkin, kelimelerin bittiği, sadece kalplerin konuştuğu bir andır. Nakşibendi büyükleri, “Bu tarikatın temeli, Sevr Mağarası’nda atılan o tohumdur” derler[4]Hace Muhammed Parsa, Faslu’l-Hitab, s. 245.. O mağarada Hz. Ebû Bekir (r.a.), Resûlullah’ın (s.a.v.) mübarek nefesiyle manevi bir boyaya boyanmış, “Râbıta” ve “Teveccüh” sırrına ermiştir. Müşrikler mağaranın ağzına kadar geldikleri halde, Allah (c.c.) örümcek ağı ve güvercin yuvasıyla o iki sevgiliyi korumuştur; lakin asıl koruma, Hz. Ebû Bekir’in kalbine indirilen “Sekine” (huzur ve güven) ile olmuştur.

Fena ve Beka: Malını ve Canını Feda Edişi

Bir derviş için en büyük imtihan, dünya malından geçebilmektir. Hz. Ebû Bekir (r.a.) bu imtihanı en güzel şekilde verenlerin başındadır. Tebük Seferi öncesinde herkes malının bir kısmını getirirken, Hz. Ömer (r.a.) malının yarısını getirmiş, Hz. Ebû Bekir ise evinde ne varsa hepsini bir çuvala doldurup Resûlullah’ın huzuruna sermiştir.

Efendimiz (s.a.v.) ona, “Ey Ebû Bekir, çoluk çocuğuna ne bıraktın?” diye sorduğunda, o büyük Sıddık, kıyamete kadar gelecek tüm aşıklara ders olacak şu cevabı vermiştir: “Onlara Allah’ı ve Resûlü’nü bıraktım.”[5]Tirmizî, Menâkıb, 16.

Bu cevap, onun “Fena” makamında (Allah’ta yok olma) ne denli ilerlediğinin ispatıdır. O, cübbesini dahi feda edecek kadar cömertti. Hatta bir defasında üzerinde giyecek bir şeyi kalmadığı için, bir çuvalı delip pelerin gibi (cübbe niyetine) üzerine aldığı ve dikenlerle tutturduğu rivayet edilir. Cebrail (a.s.) gelip, “Ya Muhammed, Allah sana selam ediyor ve soruyor: Ebû Bekir bu halinden razı mıdır?” dediğinde, Hz. Ebû Bekir gözyaşları içinde “Ben Rabbimden razıyım, Ben Rabbimden razıyım!” diyerek vecd halinde dönmeye başlamıştır.

İrşad ve Emaneti Devredişi

Hz. Ebû Bekir (r.a.), Resûlullah’ın (s.a.v.) irtihalinden sonra ümmetin başına geçen ilk halife olmuş, dinden dönme hadiseleri (Riddet olayları) karşısında sarsılmaz bir dağ gibi durmuştur. Onun yumuşak huyluluğunun (hilm) altında, dinin muhafazası söz konusu olduğunda çelikten bir irade yatardı.

Ancak onun asıl mirası, zahiri hilafetten öte, batıni (manevi) hilafettir. O, Resûlullah’tan (s.a.v.) aldığı manevi emaneti, sırları ve feyizleri, kendisi gibi hakikat aşığı olan bir diğer büyük zata, Selman-ı Farisi (r.a.) Hazretlerine aktarmıştır.

Bu aktarım, sıradan bir el verme değildir. Nasıl ki bir kandil diğerini yakarsa, Hz. Ebû Bekir’in gönlündeki o “Sıddıkiyet Nuru” da Selman-ı Farisi’nin gönlüne öylece akmıştır. Hz. Ebû Bekir (r.a.), vefatı yaklaştığında, etrafındakilere vasiyetlerde bulunurken, manevi nazarlarını ve himmetini özellikle Selman-ı Farisi üzerine teksif etmiştir. Çünkü Selman, “Ehl-i Beyt’ten” sayılan, ilimde ve irfanda derinleşmiş, uzun ömrünü hakikati aramaya adamış bir “Hakikat Yolcusu” idi.

Hz. Ebû Bekir (r.a.), Hicretin 13. yılında, 63 yaşında iken, sevdiğine, En Sevgili’ye (s.a.v.) kavuşmuştur. Başını, Resûlullah’ın (s.a.v.) omzuna dayadığı o mağara günlerinden sonra, şimdi de Ravza-i Mutahhara’da, O’nun yanına defnedilerek ebedi istirahatgahında yine “İkinin İkincisi” olmuştur.

Onun (r.a.) bıraktığı sancak, şimdi bir başka büyük velinin, Selman-ı Farisi (k.s.) Hazretlerinin elindedir. O Selman ki; hakikati bulmak için diyar diyar gezmiş, köle olmuş, cefa çekmiş ve sonunda “Selman bizdendir, Ehl-i Beyt’tendir” müjdesine nail olmuştur. Bir sonraki yazımızda, bu büyük arayışın ve vuslatın hikayesini, Selman-ı Farisi Hazretlerinin hayatını ve silsiledeki yerini tafsilatıyla ele alacağız.

Allah (c.c.), bizleri Sıddık-ı Ekber Efendimiz’in sadakatinden ve şefaatinden mahrum eylemesin.

Dipnot

Dipnot
1 Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, c. 2, s. 190.
2 İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, c. 2, s. 36.
3 Tevbe Suresi, 40. Ayet.
4 Hace Muhammed Parsa, Faslu’l-Hitab, s. 245.
5 Tirmizî, Menâkıb, 16.

bende

Gönül dünyasından kelamlar eden bir yolcu.

Yazarın Tüm Yazıları →

Bunları da Okumak İsteyebilirsiniz

Gönül Sohbetleri (0)

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu siz yapın.

Sohbete Katıl

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

İçerik kopyalanması engellenmiş.