Silsile-i Aliyye’nin üçüncü halkası, Nübüvvet ve Sıddıkiyet pınarlarının birleştiği kavşak, Medine-i Münevvere’nin yedi büyük fakihi’nden biri olan Kâsım bin Muhammed (k.s.) Hazretleri ile devam ediyoruz.
İlim ve Takvanın Vârisi: Kâsım bin Muhammed (k.s.)
Silsile-i Zeheb’in (Altun Silsile) nuru, Selman-ı Farisi (r.a.) Hazretlerinden sonra, yine Sıddıkiyet hanesine, Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) kendi kanından ve canından olan torunu Kâsım bin Muhammed (kuddise sirruh) Hazretlerine intikal etmiştir. O, hem soyuyla hem de ilmiyle “Sıddık-ı Ekber”in mirasını taşıyan, zahir ve batın ilimlerinin sultanıdır.
Biz Nakşibendi dervişleri için Kâsım bin Muhammed (k.s.) Hazretleri, sadece bir fıkıh alimi değil; aynı zamanda “Sessizliğin ve Edeb’in” şahikasıdır. Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz’in hane-i saadetlerinde yetişmiş, teyzesi Hz. Aişe (r.a.) validemizin dizinin dibinde büyümüş ve İslam’ın en saf halini bizzat kaynağından içmiştir.
Hüzünlü Başlangıç ve Nübüvvet Hanesinde Yetişmesi
Kâsım bin Muhammed (k.s.), Hicretin 36. veya 37. yılında, babası Muhammed bin Ebû Bekir’in (r.a.) Mısır valiliği sırasında dünyaya gelmiştir. Ancak henüz çok küçük bir çocukken babası şehit edilmiştir. Bu elim hadise üzerine, halası olan Müminlerin Annesi Hz. Aişe (r.a.) onu yanına almış ve Medine-i Münevvere’de, bizzat kendi himayesinde yetiştirmiştir.
Düşününüz ki bir çocuk; babası Hz. Ebû Bekir’in oğlu, mürebbiyesi ise Alemlerin Efendisi’nin (s.a.v.) sevgili zevcesi Hz. Aişe… O, Resûlullah’ın (s.a.v.) odasında, vahyin kokusunun sindiği duvarların arasında büyümüştür. Hz. Aişe (r.a.) onu o kadar çok severdi ki, saçlarını bizzat tarar, burnunu siler ve onu öz evladı gibi korurdu. Nitekim Kâsım bin Muhammed (k.s.) şöyle demiştir: “Ben babamı tanımadım, beni halam (Müminlerin Annesi) Aişe’nin terbiyesinde buldum.”[1]İbn Sa’d, Tabakâtü’l-Kübrâ, c. 5, s. 187.
Bu manevi terbiye, ona hem “Sıddıkiyet” sırrını hem de Resûlullah’ın (s.a.v.) sünnetine en ince detayına kadar vakıf olma imkanını vermiştir. O, ilmi bizzat kaynağından; Hz. Aişe, Hz. Ebû Hureyre, Hz. İbn Abbas ve Hz. İbn Ömer (r.a.) gibi sahabe devlerinden almıştır.
Fukaha-i Seb’a (Medine’nin Yedi Fakihi)
Kâsım bin Muhammed (k.s.), Tabiin neslinin en büyük alimlerinden biri kabul edilir. O dönemde Medine’de, fetvalarına herkesin itimat ettiği, ilimde zirve yapmış “Yedi Fakih” (Fukaha-i Seb’a) vardı. İşte Kâsım bin Muhammed, bu yedi yıldızın en parlaklarındandır.
Onun ilmi öyle bir seviyedeydi ki, büyük mezhep imamı İmam Mâlik (r.a.) onun hakkında şöyle demiştir: “Kâsım bin Muhammed bu ümmetin fakihlerindendir ve kendisine uyulmaya en layık olanlardandır.”[2]Zehebî, Siyeru A’lâmi’n-Nübelâ, c. 5, s. 54. Yine bir gün Ömer bin Abdülaziz (r.a.), “Eğer yetki elimde olsaydı, hilafeti şu Kâsım bin Muhammed’e bırakırdım” diyerek onun liyakatine ve takvasına işaret etmiştir[3]İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-Safve, c. 2, s. 92..
Ancak o, bu zahiri övgülerin hiçbirine aldanmamış, Nakşibendi yolunun esası olan “Halk içinde Hak ile beraber olma” (Halvet der Encümen) düsturunu yaşamıştır. İlmiyle böbürlenmek şöyle dursun, bilmediği bir konu sorulduğunda büyük bir tevazu ile “Bilmiyorum” diyebilme cesaretini göstermiştir. Bir bedevi ona ısrarla soru sorduğunda, “Vallahi her sorduğunu bilmiyorum. Eğer bilseydim, ilmi gizlemek helal olmazdı, sana söylerdim” diyerek nefsinin payını vermiştir[4]İbn Abdilberr, Câmiu Beyâni’l-İlm, c. 1, s. 546..
Silsiledeki Yeri ve Manevi Emanet
Silsile-i Aliyye’de emanet, Selman-ı Farisi (r.a.) Hazretlerinden Kâsım bin Muhammed’e geçmiştir. Buradaki incelik şudur: Selman-ı Farisi (r.a.) vefat ettiğinde Kâsım bin Muhammed (k.s.) henüz çok genç yaştaydı. Nakşibendi büyükleri bu intikali iki şekilde şerh ederler:
- Manevi Veraset: Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) “Hafî Zikir” ve “Sıddıkiyet” nuru, Selman-ı Farisi (r.a.) üzerinden dolaşarak tekrar asıl varisi olan torununa, Kâsım’a rücu etmiştir. Selman (r.a.), emanetçisi olduğu bu nuru, manevi bir tasarrufla ona aktarmıştır.
- Sohbet ve Terbiye: Kâsım bin Muhammed, sahabe ikliminde yetiştiği için, Selman-ı Farisi’nin (r.a.) de içinde bulunduğu o nurani halkanın feyzini bizzat “Ashab-ı Kiram”ın nefeslerinden almıştır.
Kâsım bin Muhammed (k.s.), bu yolun “Zühd” (dünyaya rağbet etmeme) ve “Verâ” (şüphelilerden kaçınma) esaslarını zirveye taşımıştır. Öyle ki, beytülmalden veya şüpheli bir kaynaktan gelen hiçbir şeyi kabul etmezdi. Yüz bin dirhem bağışlasa bile, o sadakadan kendisine bir kuruş ayırmaz, hepsini fakirlere dağıtırdı.
Cübbe ve Kefen Vasiyeti: Sadeliğin Zirvesi
Onun hayatı, dedesi Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) hayatının bir yansımasıydı. Vefatı yaklaştığında gözleri kapanmış, bedeni zayıflamıştı. Oğlu yanına geldiğinde ona şu muazzam vasiyeti yaptı:
“Oğlum! Ben öldüğümde beni şu üzerinde namaz kıldığım eski elbiselerimle, gömleğim ve hırkamla (cübbemle) kefenleyin.” Oğlu, “Babacığım, yeni bir kumaş alıp onunla kefenlesek olmaz mı? Allah bize genişlik vermiştir” deyince, Kâsım bin Muhammed (k.s.) celallendi ve şöyle buyurdu: “Hayır! Yeni kumaşa diriler, ölülerden daha çok muhtaçtır. Dedem Ebû Bekir (r.a.) de eski elbiseleriyle kefenlenmişti. Ben de ona uymak isterim.”[5]Hâkim, el-Müstedrek, c. 3, s. 477; İbn Sa’d, Tabakât, c. 5, s. 193.
Bu vasiyet, biz Nakşibendi dervişlerine “Fakr” makamının ne demek olduğunu anlatır. Önemli olan zahiri kumaşın yeniliği değil, kalbin selametidir.
Bir Sonraki Halka ile Bağı: İki Denizin Birleşmesi
Kâsım bin Muhammed’in (k.s.) silsiledeki en büyük hizmetlerinden biri de, kendisinden sonraki halka olan Cafer-i Sadık (k.s.) Hazretlerini yetiştirmesi ve ona dedelik yapmasıdır.
Kâsım bin Muhammed’in kızı Ümmü Ferve (r.anha), İmam Muhammed Bakır (k.s.) ile evlenmiş ve bu evlilikten Cafer-i Sadık (k.s.) dünyaya gelmiştir. Yani Cafer-i Sadık Hazretleri, baba tarafından Hz. Ali (r.a.) ve Hz. Hüseyin (r.a.) soyundan gelirken, anne tarafından Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve Kâsım bin Muhammed (k.s.) soyundan gelmektedir.
Bu sebepledir ki Cafer-i Sadık (k.s.) övünerek: “Beni Ebû Bekir iki kere doğurmuştur” (Veledenî Ebû Bekir merreteyn) buyurmuştur[6]Zehebî, Siyeru A’lâmi’n-Nübelâ, c. 6, s. 255.. Çünkü annesi Ümmü Ferve, Kâsım bin Muhammed’in kızı; annesinin annesi Esma ise Hz. Ebû Bekir’in oğlu Abdurrahman’ın kızıdır.
Kâsım bin Muhammed (k.s.), bu kıymetli torununa hem dedelik yapmış hem de Silsile-i Aliyye’nin sırlarını aktarmıştır. Hz. Ebû Bekir’in “Sıddıkiyet” nuru ile Hz. Ali’nin “Velayet” nuru, Kâsım bin Muhammed’in (k.s.) eliyle Cafer-i Sadık’ta birleşmiştir.
Vefatı
Kâsım bin Muhammed (k.s.), ömrünün son demlerinde Hac veya Umre niyetiyle yola çıkmış, Mekke ile Medine arasındaki Kudeyd (veya Meşallal) mevkiine geldiğinde hastalanmıştır. Hicretin 107. yılında (Miladi 725), 70 yaşını aşkın bir haldeyken ruhunu Rahman’a teslim etmiştir. Oraya defnedilmiş ve o sadık topraklar, bu büyük veliyi bağrına basmıştır.
Arkasında ne mal ne mülk bırakmış; sadece ilim, irfan ve bugün bizlere kadar ulaşan o nurlu yolun kandilini bırakmıştır. O kandili teslim alan ise, Ehl-i Beyt’in gülü, ilmin kapısı Cafer-i Sadık (k.s.) Hazretleridir. Bir sonraki yazımızda, batıni ve zahiri ilimlerin okyanusu İmam Cafer-i Sadık Hazretlerinin hayatını ve tarikatımıza kattığı “Usul-i Tarikat” düsturlarını işleyeceğiz.
Allah (c.c.), Kâsım bin Muhammed Hazretlerinin takvasından ve edebinden bizleri hissedar eylesin.
Dipnot
| ↑1 | İbn Sa’d, Tabakâtü’l-Kübrâ, c. 5, s. 187. |
|---|---|
| ↑2 | Zehebî, Siyeru A’lâmi’n-Nübelâ, c. 5, s. 54. |
| ↑3 | İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-Safve, c. 2, s. 92. |
| ↑4 | İbn Abdilberr, Câmiu Beyâni’l-İlm, c. 1, s. 546. |
| ↑5 | Hâkim, el-Müstedrek, c. 3, s. 477; İbn Sa’d, Tabakât, c. 5, s. 193. |
| ↑6 | Zehebî, Siyeru A’lâmi’n-Nübelâ, c. 6, s. 255. |
Sohbete Katıl