Silsile-i Nakşibendiyye 11 Aralık 2025

Mevlânâ Yâkub-el Çerhî (k.s.)

bende 8 dk okuma

Silsile-i Aliyye’nin on yedinci halkası, zâhir ve bâtın ilimlerinin birleştiği kavşak, Kur’an-ı Kerim’in manevi tefsirini gönüllere nakşeden ve bir cihan kutbu Ubeydullah Ahrâr’ı yetiştiren büyük veli Mevlânâ Yâkub-el Çerhî (k.s.) Hazretleri ile devam ediyoruz.


Kur’an’ın ve Hakikatin Tercümanı: Mevlânâ Yâkub-el Çerhî (k.s.)

Silsile-i Zeheb’in (Altun Silsile) on yedinci burcunda, ilim ile irfanı, şeriat ile hakikati şahsında cem etmiş bir “Zülcenâhayn” (İki Kanatlı) sultan oturmaktadır: Mevlânâ Yâkub-el Çerhî (kuddise sirruh). O, Şah-ı Nakşibend (k.s.) Hazretlerinin feyzini bizzat kaynağından içmiş, Hâce Alâeddîn Attâr’ın (k.s.) terbiyesinde kemâle ermiş ve bu nurlu emaneti Orta Asya’nın derinliklerine taşımıştır.

Nakşibendi dervişleri için Yâkub-el Çerhî Hazretleri, sadece bir mürşid değil, aynı zamanda Kur’an’ın sırlarına vakıf bir müfessirdir. Onun “Tefsîr-i Yâkub Çerhî” adlı eseri, asırlardır tekke ve medreselerde elden ele dolaşmış, “Şeriatsız tarikat olmaz” düsturunun en büyük delili olmuştur. O, Hâcegân yolunun ilim kalesidir.

İlim Yolunda Bir Seyyah: Çerh’ten Mısır’a

Mevlânâ Yâkub (k.s.), bugün Afganistan sınırları içinde (Gazni bölgesinde) kalan Çerh köyünde dünyaya gelmiştir. Doğum tarihi kesin olmamakla birlikte, hicri 762 (Miladi 1360) civarı olduğu tahmin edilmektedir[1]Mevlânâ Ali b. Hüseyin Safî, Reşahât Ayne’l-Hayât, s. 208.. Gençliğinde içinde sönmek bilmez bir ilim ateşi vardı. Bu ateş onu diyar diyar gezdirdi.

Önce Herat’a gidip dönemin büyük alimi Mevlânâ Şihâbuddin’den ders aldı. Ardından ilmin merkezi Mısır’a gitti, orada fıkıh, hadis ve tefsir ilimlerinde icazetler aldı. Zahiri ilimlerde o kadar yükseldi ki, “Mevlânâ” unvanını hak etti. Ancak kütüphaneler dolusu kitap, satırlar dolusu ilim, kalbindeki o ince sızıyı, o “Hakk’a Vuslat” arzusunu dindiremiyordu. O, satırların arasındaki manayı değil, sadırlardaki (gönüllerdeki) nuru arıyordu.

Şah-ı Nakşibend İle Kader Buluşması

İlim yolculuğundan memleketine dönerken yolu Buhara’ya düştü. Buhara’da maneviyat güneşi Şah-ı Nakşibend Muhammed Bahâüddîn (k.s.) Hazretlerinin methini duydu ve onu ziyaret etmeye karar verdi. Bu karşılaşma, onun hayatının dönüm noktası olacaktı.

Şah-ı Nakşibend’in huzuruna vardığında, Pîr Hazretleri ona sordu: “Yolculuk nereden, niyet nereye Mevlânâ Yâkub?” Yâkub-el Çerhî, başından geçenleri anlattı ve kalbindeki boşluğu arz etti: “Efendim, ilim tahsil ettim ama kalbim mutmain değil. Beni kabul buyurun, bu fakire bir nazar edin.”

Şah-ı Nakşibend (k.s.), ferasetiyle onun istidadını gördü ancak ona hemen “Gel, dervişimiz ol” demedi. Ona bir ders, bir işaret verdi. Yâkub-el Çerhî şöyle anlatır: “Hâce Hazretleri bana, yolculuğa devam etmemi işaret etti ama hırkasının cebinden bir tesbih çıkarıp bana verdi. ‘Bu tesbih ile vukûf-i adedî (sayıya riayet) üzere zikret. Bizim kapımız sana açıktır, lakin nasibin şimdilik yoldadır’ buyurdu.”[2]Abdurrahman-ı Câmî, Nefahâtü’l-üns, s. 408; Reşahât, s. 210.

Buradaki incelik şudur: Şah-ı Nakşibend, tohumu Yâkub-el Çerhî’nin kalbine atmış, ancak o tohumun yeşermesi için Alaeddîn Attâr’ın iklimine ihtiyaç olduğunu manen görmüştür. Yâkub-el Çerhî, bu işaretle yola devam etti, ancak kalbi Buhara’da, o büyük Pîr’de kalmıştı.

Hâce Alâeddîn Attâr’a Teslimiyet

Şah-ı Nakşibend Hazretlerinin vefatından sonra, Yâkub-el Çerhî’nin içindeki ateş daha da harladı. Tekrar Buhara’ya, Kasr-ı Ârifân’a koştu. Ancak Pîr göçmüştü. Emanet, Pîr’in damadı ve halifesi Hâce Alâeddîn Attâr (k.s.) Hazretlerindeydi.

Yâkub-el Çerhî, Alâeddîn Attâr’ın huzuruna vardığında, büyük bir alim olmasına rağmen ilmini ve sarığını kapının eşiğinde bıraktı. Tam bir teslimiyetle ona intisap etti. Alâeddîn Attâr (k.s.), bu kıymetli talebesiyle bizzat ilgilendi. Onu riyazet ve mücahede potasında eritti.

Yâkub-el Çerhî hazretleri o günleri şöyle anlatır: “Hâce Alâeddîn bana dedi ki: ‘Ey Yâkub! Şah-ı Nakşibend Efendimizden aldığın o feyz tohumunu, şimdi sulama ve büyütme vaktidir.’ Beni halvete soktu. Kalbimdeki dünya sevgisini söküp atana kadar benimle uğraştı. Öyle bir an geldi ki, hocamın yüzüne bakmaya haya eder oldum. Onun nazarında eridim, bittim.”[3]Muhammed b. Abdullah el-Hânî, el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 172.

Alâeddîn Attâr (k.s.) vefat edeceği zaman, etrafındakilere vasiyet ederken Yâkub-el Çerhî’yi işaret etmiş ve: “Yâkub, bizim ilmimizin ve halimizin varisidir. Kimin bir müşkili varsa ona gitsin” buyurarak icazetini tescil etmiştir.

Tefsir-i Çerhî ve İrşad Metodu

Mevlânâ Yâkub-el Çerhî (k.s.), irşad postuna oturduğunda, Nakşibendi yolunu ilimle tahkim etti. O, dervişlerine sadece zikir çektirmekle kalmaz, onlara Kur’an’ın manasını da anlatırdı. Farsça olarak kaleme aldığı “Tefsîr-i Yâkub Çerhî” (özellikle Mülk ve Amme cüzleri tefsiri meşhurdur), zahir ve batın manaları harmanlayan muazzam bir eserdir.

O, sohbetlerinde şöyle buyururdu: “Aziz kardeşlerim! Kur’an, Allah’ın ipidir. Bu ipe sarılmayan, kuyudan çıkamaz. Bizim tarikatımız, Kur’an ve Sünnet’i yaşamaktan ibarettir. Rüyalara, hayallere değil, ayetlere ve hadislere itibar ediniz.”[4]Tefsîr-i Yâkub Çerhî, Mukaddime; Reşahât, s. 215.

Bir gün bir müridi, “Efendim, zikir çekerken acayip suretler, nurlar görüyorum, bu nedir?” diye sorunca, Yâkub-el Çerhî onu şöyle ikaz etmiştir: “Evladım, şeytan da nurdan suretler gösterebilir. Sen gördüğüne değil, kalbindeki istikamete bak. Eğer o hal seni namaza daha çok koşturuyorsa haktır; seni gevşetiyor, ‘ben oldum’ dedirtiyorsa şeytandandır.”[5]Hânî, Âdâb, s. 75.

Ubeydullah Ahrâr’ın Keşfi ve Emanetin Devri

Yâkub-el Çerhî’nin (k.s.) silsiledeki en büyük hizmeti, şüphesiz Hâce Ubeydullah Ahrâr (k.s.) gibi bir cihan kutbunu yetiştirmesidir. Bu buluşma, maneviyat tarihinin en heyecan verici hadiselerinden biridir.

Ubeydullah Ahrâr gençliğinde diyar diyar mürşid aramış, birçok büyük zatla görüşmüş (Nizamüddin Hâmûş gibi) ama kalbi tam tatmin olmamıştı. Sonunda Yâkub-el Çerhî’nin bulunduğu Çagâniyân’ın (bugünkü Tacikistan/Hissar civarı) Helgatu köyüne geldi.

Yâkub-el Çerhî (k.s.), Ubeydullah Ahrâr’ı gördüğünde hasta döşeğindeydi ve oldukça yaşlanmıştı. Ancak o genci görünce gözleri parladı, yatağından doğruldu ve şöyle buyurdu: “Hoş geldin ey Allah’ın hür kulu (Ahrâr)! Ne zamandır seni beklerdim. Emanet sahibini buldu.”

Ubeydullah Ahrâr, Yâkub-el Çerhî’nin yanında sadece üç ay (veya bazı rivayetlerde daha kısa bir süre) kaldı. Çünkü o, “kuru odun” gibiydi; bir kıvılcım yetiyordu. Yâkub-el Çerhî, bütün manevi birikimini, Şah-ı Nakşibend’den ve Alâeddîn Attâr’dan gelen o “Sır”ı, bir anda Ubeydullah Ahrâr’ın kalbine boşalttı. Ve ona şöyle dedi: “Evladım Ubeydullah! Ben neyim varsa sana verdim. Git ve bu yolu cihana yay. Senin şöhretin ve tesirin, doğudan batıya her yeri kuşatacak.”[6]Salâhaddin b. Mübârek el-Buhârî, Enîsü’t-Tâlibîn, s. 180; Reşahât, s. 220.

Vefatı ve Türbesi

Mevlânâ Yâkub-el Çerhî (k.s.), Hicri 851 (Miladi 1447) yılında, arkasında yüzlerce talebe ve Ubeydullah Ahrâr gibi bir güneş bırakarak fani dünyaya veda etti. Vefat ettiğinde yaşı 90’a yakındı.

Kabr-i şerifi, bugün Tacikistan’ın başkenti Duşanbe’ye yakın Gülistan köyündedir. Bu mekan, Orta Asya Müslümanları için çok önemli bir ziyaretgahtır. Türbesinin bulunduğu yer, manevi huzurun ve Kur’an seslerinin eksik olmadığı bir gül bahçesidir.

Onun vefatıyla, silsilenin merkezi bir kez daha değişmiş, Taşkent ve Semerkant bölgesine kaymıştır. Sancak artık, sultanlara boyun eğdiren, dervişliğin izzetini padişahlığın üstünde tutan Hâce Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin elindedir.

Bir sonraki yazımızda; Nakşibendi tarikatını siyasi ve içtimai hayatın merkezine taşıyan, Fatih Sultan Mehmed Han’a fethin müjdesini manen gönderen ve “Hazret-i İşân” diye bilinen Ubeydullah Ahrâr Hazretlerinin muazzam hayatını ve kerametlerini işleyeceğiz.

Allah (c.c.), bizleri Yâkub-el Çerhî Hazretlerinin ilim ve irfanından ayırmasın, Kur’an ahlakıyla ahlaklandırsın.

Dipnot

Dipnot
1 Mevlânâ Ali b. Hüseyin Safî, Reşahât Ayne’l-Hayât, s. 208.
2 Abdurrahman-ı Câmî, Nefahâtü’l-üns, s. 408; Reşahât, s. 210.
3 Muhammed b. Abdullah el-Hânî, el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 172.
4 Tefsîr-i Yâkub Çerhî, Mukaddime; Reşahât, s. 215.
5 Hânî, Âdâb, s. 75.
6 Salâhaddin b. Mübârek el-Buhârî, Enîsü’t-Tâlibîn, s. 180; Reşahât, s. 220.

bende

Gönül dünyasından kelamlar eden bir yolcu.

Yazarın Tüm Yazıları →

Bunları da Okumak İsteyebilirsiniz

Gönül Sohbetleri (0)

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu siz yapın.

Sohbete Katıl

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

İçerik kopyalanması engellenmiş.