Silsile-i Nakşibendiyye 11 Aralık 2025

Muhammed Bahâüddîn Nakşibend Buhârî (k.s.)

bende 8 dk okuma

Silsile-i Aliyye’nin on beşinci halkası, tarikatımızın “Pîr-i Ekber”i, maneviyat semasının sönmeyen güneşi, kalplere Allah lafzasını nakşeden büyük usta Şah-ı Nakşibend Muhammed Bahâüddîn (k.s.) Hazretleri ile devam ediyoruz.


Tarikatın Güneşi ve “Nakşibend” Sırrı: Muhammed Bahâüddîn Buhârî (k.s.)

Silsile-i Zeheb’in (Altun Silsile) on beşinci burcunda, yolumuzun ana omurgasını oluşturan, seyr-i süluk usullerini kemâle erdiren ve kıyamete kadar bu nurlu yolun “Nakşibendî” ismiyle anılmasına vesile olan Cihan Piri, Şah-ı Nakşibend Muhammed Bahâüddîn (kuddise sirruh) Hazretleri yer almaktadır. O, “Şah”tır; zira gönüller mülkünün sultanıdır. O, “Nakşibend”dir; zira Allah lafzasını kalplere silinmez bir mühür gibi işlemiştir. O, “Belâ-gerdân”dır; zira belaları defeden bir manevi kalkandır.

Bizler, bu yolun dervişleri olarak biliriz ki; Hz. Ebû Bekir (r.a.) ile başlayan “Hafî” (Gizli) zikir nehri, Hâce Abdülhâlik-ı Gucdüvânî ile “Hâcegân” ismini almış, Şah-ı Nakşibend Hazretleri ile de nihai formunu bularak “Nakşibendiyye” okyanusuna dönüşmüştür.

Kasr-ı Ârifân’da Doğan Nur

Muhammed Bahâüddîn Hazretleri, Hicri 718 (Miladi 1318) yılının Muharrem ayında, Buhara’ya bir fersah mesafedeki Kasr-ı Hinduvân köyünde dünyaya gelmiştir. O doğmadan önce bu köyün adı “Hinduların Köşkü” manasına geliyordu. Ancak Hâce Muhammed Baba Semmâsî’nin (k.s.) “Buradan bir er kokusu geliyor” müjdesiyle o er doğunca, köyün adı Kasr-ı Ârifân (Arifler Köşkü) olmuştur[1]Salâhaddin b. Mübârek el-Buhârî, Enîsü’t-Tâlibîn, s. 43; Abdurrahman-ı Câmî, Nefahâtü’l-üns, s. 389..

Baba tarafından nesebi Hz. İmam Hüseyin’e (r.a.), anne tarafından ise Hz. İmam Hasan’a (r.a.) dayanır; yani hem seyyid hem şeriftir. Ancak o, soyuyla övünmeyi terk etmiş, “Bizim yolumuzda nesep (soy) değil, edep geçerlidir” diyerek tevazu hırkasını giymiştir. Henüz üç günlük bir bebekken, manevi babası Baba Semmâsî tarafından kucağa alınmış ve “Bu çocuk bizimdir, onu biz terbiye ettik” iltifatına mazhar olmuştur.

Arayış ve Çileli Hizmet Yılları

Şah-ı Nakşibend (k.s.), zahiri terbiyesini Seyyid Emîr Külâl (k.s.) Hazretlerinden almıştır. Ancak onun yolu, “Üveysî” bir yoldur; zira ruhaniyet aleminde Hâce Abdülhâlik-ı Gucdüvânî (k.s.) ile görüşmüş ve “Hâcegân” yolunun temellerini bizzat ondan talim etmiştir.

Emîr Külâl’in kapısında geçirdiği yıllar, bir dervişin nefsini nasıl ayaklar altına alması gerektiğinin en çarpıcı dersidir. Şah-ı Nakşibend şöyle anlatır: “Hocam bana dedi ki: ‘Ey Bahâüddîn! Nefsini herkesin ayakları altına paspas yapmadıkça bu yolda bir arpa boyu yol alamazsın.’ Ben de bu emre uydum. Tam yedi yıl boyunca dergahın köpeklerine hizmet ettim. Onların tüylerini temizledim, yaralarına merhem sürdüm. Nefsimi o kadar hakir gördüm ki, yolda giderken bir köpek görsem, ‘O benden daha hayırlıdır, zira o sadıktır, ben ise günahkarım’ diye kenara çekilip ona yol verirdim.”[2]Mevlânâ Ali b. Hüseyin Safî, Reşahât Ayne’l-Hayât, s. 145; Hânî, el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 150..

Buhara sokaklarını süpürdüğü, insanların gelip geçtiği yollardaki dikenleri ve pislikleri elleriyle temizlediği rivayet edilir. O, “Hiçlik” makamına (Fenâ) ermek için, “Benlik” dağını hizmet kazmasıyla yıkmıştır.

“Nakşibend” İsminin Sırrı ve Kalp Zikri

Şah-ı Nakşibend (k.s.) Hazretlerine neden “Nakşibend” (Nakış Yapan/İşleyen) denildiği hususunda menkıbeler muhteliftir. En meşhur rivayet ve hakikat şudur: O, “Lâ ilâhe illallah” zikrini kalbine öyle bir kuvvetle ve ısrarla vururdu ki; kalbinin üzerinde, maddi olarak “Allah” isminin nakşı (yazısı) zuhur ederdi. Manevi nazarla bakanlar, onun kalbinde nurdan bir “Allah” yazısı görürlerdi.

Bir diğer mana ise şudur: O, müridinin kalbine bir nazar ettiğinde, o kalpteki dünya sevgisini söküp atar ve yerine Allah sevgisini “nakşederdi”. Onun bu tasarrufu sebebiyle bu yola girenlerin kalbinden Allah zikri, uykuda bile silinmezdi. Kendisi bu hali şöyle tarif eder: “Bizim yolumuz, kalbe Allah’ın zikrini öyle nakşetmektir ki, çarşıda pazarda alışveriş yaparken bile gönül bir an olsun Hak’tan gafil olmasın.”[3]Muhammed b. Abdullah el-Hânî, Âdâb, s. 62..

Yolun Esası: Sohbet ve Sünnet

Şah-ı Nakşibend (k.s.), tarikatın temelini iki ana direk üzerine kurmuştur:

  1. Sohbet: “Tarîkatuna’s-sohbe ve’l-hayru fi’l-cem’iyye” (Bizim yolumuz sohbet yoludur, hayır ise beraberliktedir) buyurmuştur. O, halveti (yalnızlığı) mağaralarda değil, halkın içinde aramıştır. “Halk içinde Hak ile beraber olmak” (Halvet der Encümen), onun en büyük düsturudur.
  2. Sünnet-i Seniyye: Bidatlerden şiddetle kaçınır, azimetle amel ederdi. Sesli zikri terk edip, Hâcegân yolunun aslı olan “Hafî” (Gizli) zikre dönmesi de bu hassasiyetindendir. “Bizim yolumuz, Urve-i Vüskâ’ya (kopmaz kulpa), yani Sünnet’e yapışmaktır” derdi[4]Enîsü’t-Tâlibîn, s. 98..

11 Prensibin Tamamlanması

Hâce Abdülhâlik-ı Gucdüvânî (k.s.), Nakşibendi yolunun 8 temel prensibini (Kelime-i Kudsiyye) koymuştu. Şah-ı Nakşibend (k.s.) ise buna 3 prensip daha ekleyerek sistemi 11’e tamamlamıştır. Bu son üç ilke şunlardır:

  1. Vukûf-i Zamânî (Zamanın Farkında Olmak): Mürid, geçen her anının muhasebesini yapmalıdır. “Şu anım huzurla mı geçti, gafletle mi?” diye sürekli kendini kontrol etmelidir. Gafletle geçen an için tövbe, huzurla geçen an için şükretmelidir.
  2. Vukûf-i Adedî (Sayıya Riayet): Hafî zikir (Kalp zikri) esnasında verilen sayıya (ders adedine) riayet etmektir. Sayı, zikrin disiplini ve kalbin toparlanması için bir anahtardır.
  3. Vukûf-i Kalbî (Kalbi Kontrol): Zikir esnasında ve sair vakitlerde kalbin Allah’tan başkasına (mâsivâ) yönelip yönelmediğini kontrol etmektir. Kalbin ibresi daima Mevlâ’yı göstermelidir[5]Reşahât Ayne’l-Hayât, s. 160-165; Câmî, Nefahât, s. 392..

Kerametleri ve “Belâ-gerdân” Oluşu

Şah-ı Nakşibend Hazretlerine, “Sizin kerametiniz nedir?” diye sorduklarında, şu muazzam cevabı vermiştir: “Bunca günah yüküne rağmen yeryüzünde yürüyebiliyor olmamız, bizim en büyük kerametimizdir.” O, uçmayı veya su üzerinde yürümeyi keramet saymaz; “İstikamet, kerametten üstündür” buyururdu. Kuşlar da uçar, balıklar da yüzer; marifet, insan gibi yaşayıp Allah’tan kopmamaktır.

Ancak sevenleri bilir ki; o, “Belâ-gerdân”dır. Yani belaları geri çeviren, Allah’ın izniyle musibetlere kalkan olan bir zattır. Buhara halkı, başlarına bir kıtlık veya veba geldiğinde onun kapısına koşar, onun duasıyla feraha ererlerdi. Bir gün bir müridi, “Efendim, üzerimdeki şu sıkıntıdan kurtarın” diye yalvarınca, Şah-ı Nakşibend (k.s.): “Bizim dükkanımızda ‘Yokluk’tan başka bir şey satılmaz. Varlığını (benliğini) kapıda bırakırsan, sıkıntın da o varlıkla beraber dışarıda kalır” buyurmuştur.

Vefatı ve Ardında Bıraktığı Miras

Şah-ı Nakşibend Muhammed Bahâüddîn (k.s.), 73 veya 74 yıllık ömrünü irşad ile tamamladıktan sonra, Hicri 791 (Miladi 1389) yılının Rebiülevvel ayında, bir Pazartesi gecesi hastalığa yakalandı. Son anlarında sürekli Yâsîn Suresi’ni okuyor ve “Allah, Allah” diyerek Kelime-i Tevhid’i tekrar ediyordu. Ellerini açıp son duasını yaptıktan sonra ruhunu Rahman’a teslim etti.

Kabr-i şerifi, doğduğu yer olan Kasr-ı Ârifân (bugünkü Buhara yakınları) köyündedir. Bugün dahi dünyanın dört bir yanından gelen aşıkların ziyaretgâhıdır. Mezar taşında şu beyit yazılıdır: “O, Şah-ı Nakşibend’dir ki; iki cihanın sultanıdır / O, alemin dertlerinin dermanı, belalarının kalkanıdır.”

Şah-ı Nakşibend (k.s.) ardında binlerce halife ve “Altun Silsile” gibi bir hazine bırakmıştır. Ancak emaneti, yani irşad postunu ve “Sırr-ı Esrar”ı, damadı ve en sadık müridi olan Hâce Alâeddîn Attâr (k.s.) Hazretlerine devretmiştir. O Alâeddîn ki; Şah-ı Nakşibend’in, “Alâeddîn bizim yükümüzü hafifletti, o olmasaydı bu yol bu kadar yayılmazdı” buyurduğu büyük bir kutuptur.

Bir sonraki yazımızda; Şah-ı Nakşibend’in “Oğlum” dediği, zühd ve takva abidesi, silsilenin on altıncı halkası Hâce Alâeddîn Attâr (k.s.) Hazretlerinin hayatını, şeyhine olan emsalsiz sadakatini ve irşadındaki latif halleri anlatacağız.

Allah (c.c.), bizleri Şah-ı Nakşibend Efendimiz’in yolundan, izinden ve himmetinden dünyada ve ahirette ayırmasın.


Dipnot

Dipnot
1 Salâhaddin b. Mübârek el-Buhârî, Enîsü’t-Tâlibîn, s. 43; Abdurrahman-ı Câmî, Nefahâtü’l-üns, s. 389.
2 Mevlânâ Ali b. Hüseyin Safî, Reşahât Ayne’l-Hayât, s. 145; Hânî, el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 150.
3 Muhammed b. Abdullah el-Hânî, Âdâb, s. 62.
4 Enîsü’t-Tâlibîn, s. 98.
5 Reşahât Ayne’l-Hayât, s. 160-165; Câmî, Nefahât, s. 392.

bende

Gönül dünyasından kelamlar eden bir yolcu.

Yazarın Tüm Yazıları →

Bunları da Okumak İsteyebilirsiniz

Gönül Sohbetleri (0)

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu siz yapın.

Sohbete Katıl

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

İçerik kopyalanması engellenmiş.