Silsile-i Aliyye’nin on dördüncü halkası, “Altun Silsile”nin en büyük sultanı Şah-ı Nakşibend Hazretlerini yetiştiren, çamuru sanata, ham dervişi insan-ı kâmile çeviren “Gönül Çömlekçisi” Seyyid Emîr Külâl (k.s.) Hazretleri ile devam ediyoruz.
Çamuru Sanata Dönüştüren Gönül Sultanı: Seyyid Emîr Külâl (k.s.)
Silsile-i Zeheb’in (Altun Silsile) on dördüncü burcunda, tarikata adını verecek olan güneşin, yani Şah-ı Nakşibend Muhammed Bahâüddîn’in mürebbisi, hocası ve mürşidi olan Seyyid Emîr Külâl (kuddise sirruh) Hazretleri yer almaktadır. O, hem Hz. Hüseyin (r.a.) soyundan gelen bir Seyyid, hem güreş meydanlarının yenilmez Pehlivanı, hem de geçimini çömlekçilikle sağlayan bir Sanatkâr idi.
Nakşibendi yolunda “Mürşid” ile “Mürid” arasındaki o muazzam irtibatın en canlı örneği, Emîr Külâl ile Şah-ı Nakşibend arasında yaşanmıştır. Bir önceki yazımızda, Hâce Muhammed Baba Semmâsî’nin (k.s.) onu güreş meydanında nasıl “avladığını” anlatmıştık. Şimdi ise o pehlivanın, nefis güreşinde nasıl galip geldiğini ve Şah-ı Nakşibend gibi bir cihan güneşini nasıl yetiştirdiğini tafsilatıyla göreceğiz.
Asil Soyu ve “Külâl” Lakabı
Seyyid Emîr Külâl (k.s.), Buhara’ya yaklaşık 11 kilometre mesafedeki Sûhârî köyünde dünyaya gelmiştir. Doğum tarihi kesin olmamakla birlikte, 1280’li yıllara tekabül ettiği rivayet edilir. Babası Seyyid Hamza, Medine-i Münevvere’den gelip Buhara’ya yerleşmiş, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) pak neslinden gelen bir zattı. Bu sebeple Emîr Külâl Hazretleri, “Seyyid” unvanıyla anılır ve yüzünde Nübüvvet nurunun celali parlardı[1]Abdurrahman-ı Câmî, Nefahâtü’l-üns, s. 387..
Ona “Külâl” denmesinin sebebi, geçimini çömlekçilik (topraktan kap kacak, testi yapma işi) yaparak temin etmesidir. Farsça’da “Külâl”, çömlekçi demektir. O, sıradan bir çamuru alıp ateşte pişirerek nasıl sağlam bir testiye dönüştürüyorsa; dergahına gelen ham ervahı da riyazet ateşiyle pişirip “İnsan-ı Kâmil” haline getiriyordu. Helal lokma hassasiyeti o kadar yüksekti ki, elinin emeği dışında hiçbir hediye veya sadakayı kabul etmezdi[2]Reşahât Ayne’l-Hayât, s. 120..
İrşad Usulü: Celal ve Cemal Dengesi
Seyyid Emîr Külâl (k.s.), şeyhi Baba Semmâsî’nin (k.s.) emriyle vefatından sonra irşad postuna oturmuş ve Sûhârî köyünü bir ilim ve irfan merkezine çevirmiştir. Onun meşrebi, atası Hz. Hüseyin’in (r.a.) celalini andırırdı. Dervişlerine karşı tavizsiz, şeriata aykırı hallere karşı ise ateş gibiydi.
Yine şeyhinden devraldığı usul üzere “Cehrî Zikir” (Sesli Zikir) yaptırırdı. Ancak bu sesli zikir, nefsani bir coşku değil, kalpteki pası silen bir “Sayha” (Çığlık) idi. Dervişleri halka olur, “Allah” dediklerinde Sûhârî’nin dağları taşları inlerdi. Fakat o, büyük bir ferasetle, Şah-ı Nakşibend Hazretleri için özel bir “istisna” uygulayacaktı.
Şah-ı Nakşibend’in Yetiştirilmesi: 7 Yıllık Çile
Şeyhi Muhammed Baba Semmâsî, vefat etmeden önce Emîr Külâl’e, “Oğlum Bahâüddîn’in terbiyesinde sakın kusur etme, hakkımı helal etmem” diye vasiyet etmişti. Emîr Külâl Hazretleri, bu vasiyete o kadar sadık kaldı ki, Şah-ı Nakşibend’i manevi evladı gibi bağrına bastı ama nefsinin terbiyesi için ona en ağır vazifeleri verdi.
Kaynakların ittifakla naklettiğine göre; Şah-ı Nakşibend Hazretleri tam 7 yıl boyunca hocasının hizmetinde bulundu. Bu hizmet öyle sıradan bir hizmet değildi:
- Mürşidinin evinin temizliği,
- Dergahın hela ve abdesthanelerinin temizliği,
- Hayvanların bakımı ve ahır temizliği,
- Yemek pişirilmesi ve odun taşınması…
Şah-ı Nakşibend (k.s.), hocasının kapısına yüz sürer, kışın kar ve çamur demeden hizmet ederdi. Bir gün Emîr Külâl Hazretleri ona iltifat ederek şöyle buyurdu: “Oğlum Bahâüddîn! Göğsümdeki sütü (feyzi) olduğu gibi sana akıttım. Senin istidadın o kadar yüksek ki, benim verdiğimden daha fazlasını talep ettin ve aldın.”[3]Salâhaddin b. Mübârek el-Buhârî, Enîsü’t-Tâlibîn, s. 52; Hânî, el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 138.
Sessiz ve Sesli Zikir Ayrımı: Tarikatın Kader Anı
Burada Silsile-i Aliyye’nin en kritik yol ayrımlarından biri yaşanmıştır. Seyyid Emîr Külâl (k.s.) ve dervişleri “Sesli Zikir” yaparken, Şah-ı Nakşibend Hazretleri, Abdülhâlik-ı Gucdüvânî’nin ruhaniyetinden aldığı emirle “Sessiz Zikir” (Hafî Zikir) yapmak istiyordu.
Dergahın diğer dervişleri, Şah-ı Nakşibend’in zikir halkasından ayrılıp kenarda sessizce oturmasını eleştirdiler ve hocalarına şikayet ettiler: “Efendim, Bahâüddîn bizim usulümüze uymuyor, edepsizlik ediyor.” Seyyid Emîr Külâl (k.s.), büyük bir olgunluk ve keşif haliyle dervişlerini susturdu ve şöyle buyurdu: “Bahâüddîn’e dokunmayınız! O, ‘Murad’ (Allah’ın bizzat seçtiği ve çektiği) makamındadır. Onun işi Allah iledir. Ona dilediği gibi zikretmek serbesttir.”[4]Reşahât Ayne’l-Hayât, s. 125.
Bu müsaade, Nakşibendi yolunun bugün “Halidi” kolunda uyguladığımız “Hafî Zikir” esasının tekrar ana usul haline gelmesinin yolunu açmıştır. Emîr Külâl (k.s.), kendi usulünü dayatmamış, talebesinin manevi fethine engel olmamıştır. Bu, bir mürşidin en büyük feragatidir.
Oğlu Emîr Hamza ve Dikenli Çalı Kıssası
Seyyid Emîr Külâl’in dört oğlu vardı: Emîr Burhan, Emîr Hamza, Emîr Şah ve Emîr Ömer. Özellikle Emîr Hamza, babasının terbiyesinde yetişmiş celalli bir zattı.
Bir gün Emîr Külâl dervişleriyle kıra çıkmıştı. Yolda dikenli çalılar vardı. Dervişler, hocalarının ayağına batmasın diye o dikenleri temizlemeye başladılar. O sırada oğlu Emîr Hamza bir kenarda duruyordu. Dervişlerden biri içinden, “Şeyhin oğlu neden yardım etmiyor?” diye geçirdi. Seyyid Emîr Külâl bu düşünceyi fark etti. Oğluna döndü ve “Hamza!” dedi. Oğlu sadece bir bakışla durumu anladı, hemen dikenli çalıların içine daldı, elleri kan içinde kalana kadar çalıları kökünden söküp attı. Emîr Külâl, dervişe dönüp: “Oğlumuzun edebine laf etmeyin. O, bizim emrimizi bekler, kendi kafasına göre iş yapmaz” diyerek hem oğlunun teslimiyetini gösterdi hem de suizan eden dervişi terbiye etti[5]Mevlânâ Ali b. Hüseyin Safî, Reşahât, s. 122..
Vefatı ve Şah-ı Nakşibend’e Emanet
Seyyid Emîr Külâl (k.s.), uzun ve bereketli bir ömür sürdükten sonra, Hicri 772 (Miladi 1370) yılının Cemâziyelevvel ayında, bir Perşembe günü vefat etmiştir. Kabr-i şerifi doğduğu yer olan Sûhârî köyündedir. Bugün Özbekistan’ın Buhara vilayetinde bulunan bu türbe, büyük bir ziyaretgâhtır ve son yıllarda restore edilmiştir[6]Enîsü’t-Tâlibîn, s. 60; Nefahâtü’l-üns, s. 388..
Vefat döşeğindeyken, bütün halifelerini ve oğullarını topladı. Herkes yerine oğullarından birinin geçeceğini sanıyordu. Ancak o, asıl manevi mirası, “Silsile-i Zeheb” emanetini, yanı başında edeple duran Şah-ı Nakşibend Muhammed Bahâüddîn’e (k.s.) bıraktı. Oğullarına ise şu vasiyeti yaptı: “Eğer dünya ve ahiret saadetini istiyorsanız, Bahâüddîn’in eteğine yapışın. Onun rızası benim rızamdır.”
Böylece, çömlekçi tezgahında pişen o büyük emanet, sahibini buldu. Artık söz de, meydan da, asırlarca sönmeyecek bir güneşin, Şah-ı Nakşibend Hazretlerinin elindeydi.
Bir sonraki yazımızda; tarikatımızın pir-i ekberi, maneviyat semasının güneşi, “İki Kanatlı Sultan” ve “Belaları Defeden” (Belâ-gerdân) Şah-ı Nakşibend Muhammed Bahâüddîn Hazretlerinin hayatını, çektiği çileleri, “Nakşibend” isminin sırrını ve yolumuzun temeli olan o muazzam prensiplerini işleyeceğiz.
Allah (c.c.), bizleri Seyyid Emîr Külâl Hazretlerinin o ham ervahı pişiren nefesinden ve Ehl-i Beyt sevgisinden ayırmasın.
Dipnot
| ↑1 | Abdurrahman-ı Câmî, Nefahâtü’l-üns, s. 387. |
|---|---|
| ↑2 | Reşahât Ayne’l-Hayât, s. 120. |
| ↑3 | Salâhaddin b. Mübârek el-Buhârî, Enîsü’t-Tâlibîn, s. 52; Hânî, el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 138. |
| ↑4 | Reşahât Ayne’l-Hayât, s. 125. |
| ↑5 | Mevlânâ Ali b. Hüseyin Safî, Reşahât, s. 122. |
| ↑6 | Enîsü’t-Tâlibîn, s. 60; Nefahâtü’l-üns, s. 388. |
Sohbete Katıl