Silsile-i Aliyye’nin on dokuzuncu halkası, şatafat ve debdebeden kaçıp zühd ve takva kalesine sığınan, dünyanın geçici lezzetlerine sırt çevirip “Fakr” hırkasını giyen büyük veli Hâce Muhammed Zâhid (k.s.) Hazretleri ile devam ediyoruz.
Zühd ve Takva Kalesi: Hâce Muhammed Zâhid (k.s.)
Silsile-i Zeheb’in (Altun Silsile) on dokuzuncu burcunda, bir önceki halka olan Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin o muazzam celali ve içtimai nüfuzundan sonra, silsileyi tekrar sükûnet, uzlet ve derin bir zühd iklimine taşıyan Hâce Muhammed Zâhid (kuddise sirruh) Hazretleri yer almaktadır.
O, isminden de anlaşılacağı üzere tam bir “Zâhid” idi. Yani dünyayı elinin tersiyle itmiş, makam, mevki ve şöhret afetinden bucak bucak kaçmıştır. Ubeydullah Ahrâr Hazretleri gibi sultanlara hükmeden bir mürşidin en has halifesi olmasına rağmen, o dağ başlarında, sessiz köylerde Hakk’ı aramayı ve yaşatmayı tercih etmiştir. Nakşibendi yolunun “Halvet der Encümen” (Halk içinde Hak ile olma) sırrını, “Uzlet” (Halktan uzaklaşma) lezzetiyle harmanlayan bir gönül sultanıdır.
Semerkant’tan Vahş’a Uzanan Nur
Hâce Muhammed Zâhid (k.s.), Semerkant civarında dünyaya gelmiştir. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte, 15. yüzyılın ortalarında yaşadığı ve bir asra yaklaşan bereketli bir ömür sürdüğü kaynaklarda sabittir. Aslen Bedahşan veya Vahş (bugünkü Tacikistan sınırları içinde) bölgesindendir[1]Mevlânâ Ali b. Hüseyin Safî, Reşahât Ayne’l-Hayât, s. 302..
Gençliğinde zahiri ilimlere büyük bir iştiyak duymuş, tefsir, hadis ve fıkıh alanında “Müçtehit” seviyesine gelmiştir. Hatta bir dönem “Kadı” (Hakim) olarak görev yaptığı, ancak maneviyat ateşinin kalbine düşmesiyle cübbesini çıkarıp dervişlik hırkasını giydiği rivayet edilir. Adaletiyle meşhur bir kadı iken, nefsinin muhasebesini yapmaktan başkalarını yargılamaya vakit bulamayan bir hakikat yolcusuna dönüşmüştür.
Ubeydullah Ahrâr’ın Kapısında 12 Yıl
Muhammed Zâhid Hazretleri, ilimdeki dirayetiyle yetinmemiş, kalbindeki boşluğu doldurmak için dönemin kutbu Hâce Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin kapısına varmıştır.
Ubeydullah Ahrâr (k.s.), ferasetiyle bu genç alimin kalbindeki cevheri görmüş ve onu hizmetine kabul etmiştir. Muhammed Zâhid, tam 12 yıl boyunca şeyhinin kapısında sadakatle hizmet etmiştir. Bu hizmet süresince, Ubeydullah Ahrâr’ın o heybetli ve yoğun hayatı içerisinde, sükuneti ve edebiyle dikkat çekmiştir.
Ubeydullah Ahrâr Hazretleri, onun hakkında şöyle buyurmuştur: “Muhammed Zâhid’in kalbi o kadar saf ve berraktır ki, dünya kirinden orada eser yoktur. O, bizim sırrımızın eminidir.”[2]Muhammed b. Abdullah el-Hânî, el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 195.
Şeyhi, vefatına yakın bir zamanda ona icazet vermiş ve memleketi olan Vahş bölgesine gidip orada insanları irşad etmesini emretmiştir. O, şeyhinin emrine uyarak şöhretin merkezi Semerkant’tan ayrılmış, dağlık ve zorlu bir coğrafya olan Vahş’a yerleşmiştir.
İrşad Usulü: Riyazet ve Mücahede
Hâce Muhammed Zâhid (k.s.), irşad hayatı boyunca “Azimet” yolunu tutmuştur. Dervişlerine az yemeyi, az uyumayı ve az konuşmayı (Kıllet-i Taâm, Kıllet-i Menâm, Kıllet-i Kelâm) tavsiye ederdi.
Ona göre tasavvuf; laf üretmek değil, nefsi açlık ve ibadetle terbiye etmekti. Sofrasında lüks yemekler bulunmaz, çoğu zaman kuru ekmek ve su ile iktifa ederdi. Müridlerine şöyle derdi: “Karnı tıka basa dolu olanın kalbinde hikmet nuru parlamaz. Bizim yolumuzun başı da sonu da edeptir; edep ise haddini bilmek ve nefsi dizginlemektir.”[3]Abdurrahman-ı Câmî, Nefahâtü’l-üns, s. 420.
Onun meclisinde dünya kelamı konuşulmazdı. Biri dünya malından bahsetse, Hâce Hazretlerinin yüzü asılır, orayı terk ederdi. O, Şah-ı Nakşibend’in “Nakış”ını, zühd (dünyaya rağbet etmeme) boyasıyla boyamıştı.
Kerameti: Kaybolan Eşya ve Kalp Keşfi
Hâce Muhammed Zâhid Hazretlerinin kerameti, keramet göstermekten haya etmesiydi. Ancak Allah dostlarının gizleyemediği haller olurdu.
Bir gün bir müridi, tarlasında çalışırken saban demirini kaybetti. Ne kadar aradıysa bulamadı. Üzgün bir halde dergaha, Hâce Hazretlerinin huzuruna geldi. Daha ağzını açıp bir şey söylemeden, Muhammed Zâhid (k.s.) ona döndü ve tebessümle: “Evladım, saban demirini filanca ağacın altındaki çalılıkta unuttun. Git oraya bak” buyurdu. Mürid şaşkınlıkla gidip baktığında, demiri tam söylenen yerde buldu. Hâce Hazretleri ise bu durumun büyütülmesini istemez, “Müminin ferasetinden sakının, çünkü o Allah’ın nuruyla bakar” hadis-i şerifini hatırlatırdı[4]Yusuf b. İsmail en-Nebhânî, Câmiu Kerâmâti’l-Evliyâ, c. 2, s. 210..
Derviş Muhammed’in Yetiştirilmesi: Sabır İmtihanı
Hâce Muhammed Zâhid’in (k.s.) silsiledeki en büyük hizmeti, kız kardeşinin oğlu ve silsilenin bir sonraki halkası olan Derviş Muhammed (k.s.) Hazretlerini yetiştirmesidir. Bu yetiştirme süreci, Nakşibendi tarihinin en ibretlik sabır hikayelerinden biridir.
Derviş Muhammed, dayısı Muhammed Zâhid’e intisap ettiğinde genç bir delikanlıydı. Hâce Muhammed Zâhid, yeğenini kayırmadı, bilakis ona herkesten daha ağır vazifeler verdi. Tam 15 yıl boyunca ona iltifat etmedi, yüzüne gülmedi, sadece hizmet ettirdi.
Derviş Muhammed, tarlada çalışır, dergaha odun taşır, hizmet ederdi. Bir gün bile “Ben şeyhin yeğeniyim” demedi. 15 yılın sonunda, bir gün Hâce Muhammed Zâhid (k.s.) onu yanına çağırdı. Derviş Muhammed korku ve edeple huzura girdi. Hâce Hazretleri ona şefkatle baktı ve: “Oğlum Derviş! Sabrın meyvesi olgundur. 15 yıldır seni pişirdik. Artık olma vaktin geldi. Ubeydullah Ahrâr Efendimizden bize gelen ne varsa, şimdi senin sinene aktarıyorum” buyurdu[5]Reşahât Ayne’l-Hayât, s. 310; Hânî, el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 200..
O an yapılan teveccüh ile Derviş Muhammed, manevi makamları bir anda katetti. Bu hadise bize gösterir ki; bu yolda “Akrabalık” değil, “Sadakat” geçerlidir.
Vefatı ve İstirahatgahı
Zühd ve takva kalesi Hâce Muhammed Zâhid (k.s.), Hicri 936 (Miladi 1530) yılında, uzun ve bereketli bir ömrün ardından Vahş bölgesinde vefat etmiştir. Kabr-i şerifi bugün Tacikistan’ın Vahş (veya Hisar) bölgesindeki Belhâb köyündedir.
Vefat ederken son sözü şu olmuştur: “Allah… Allah…” Ardında mal, mülk, saray bırakmamış; ancak Derviş Muhammed gibi, silsileyi Hindistan’a, İmam-ı Rabbani’ye taşıyacak olan “Altun Halka”yı bırakmıştır.
Sancak şimdi, sabır imtihanını 15 yıllık hizmetle kazanan, dayısının dizi dibinde pişen ve “Derviş” isminin hakkını veren Hâce Derviş Muhammed (k.s.) Hazretlerinin elindedir.
Bir sonraki yazımızda; 15 yıl süren o muazzam hizmetin kahramanı, Hâcegi Emkinegi’yi yetiştiren ve silsilenin yönünü Hindistan’a çeviren köprü, Hâce Derviş Muhammed Hazretlerinin hayatını ve irşadını işleyeceğiz.
Allah (c.c.), bizleri Muhammed Zâhid Efendimiz’in zühdünden, takvasından ve dünyaya metelik vermeyen o asil duruşundan nasiplendirsin.
Dipnot
| ↑1 | Mevlânâ Ali b. Hüseyin Safî, Reşahât Ayne’l-Hayât, s. 302. |
|---|---|
| ↑2 | Muhammed b. Abdullah el-Hânî, el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 195. |
| ↑3 | Abdurrahman-ı Câmî, Nefahâtü’l-üns, s. 420. |
| ↑4 | Yusuf b. İsmail en-Nebhânî, Câmiu Kerâmâti’l-Evliyâ, c. 2, s. 210. |
| ↑5 | Reşahât Ayne’l-Hayât, s. 310; Hânî, el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 200. |
Sohbete Katıl