Silsile-i Aliyye’nin ikinci halkası, hakikat yolcularının piri, “Taliblerin Sultanı” ve Ehl-i Beyt’in manevi evladı olan Selman-ı Farisi (r.a.) Hazretleri ile devam ediyoruz.
Hakikatin Peşinde Bir Ömür: Selman-ı Farisi (r.a.)
Hamd, kalpleri hidayet nuruyla aydınlatan Allah’a; salât ve selam, hakikatin menbaı Hazreti Muhammed Mustafa’ya (s.a.v.) ve O’nun temiz Ehl-i Beyt’ine olsun.
Nakşibendi yolunun büyükleri, “Bu yolun başı, sonu ve ortası edeptir” demişlerdir. İşte bu edebin, sadakatin ve hakikati arama çilesinin cisimleşmiş hali Selman-ı Farisi (radıyallahu anh) Hazretleridir. O, Silsile-i Aliyye’de Hazreti Ebû Bekir es-Sıddık’tan (r.a.) aldığı manevi emaneti taşımış ve “Silsile-i Zeheb”in (Altun Silsile) ikinci büyük rüknü olmuştur.
Onun hayatı, basit bir biyografi değil; bir müridin mürşidini nasıl araması gerektiğinin, “Seyr-i Süluk” (manevi yolculuk) esnasında çekilen cefanın ve vuslatın en büyük dersidir. Gelin, ateşgedelerin (ateşe tapanların) arasından çıkıp, Nübüvvet Güneşi’ne pervaneler gibi koşan bu büyük zatın ibretlik hikayesine yakından bakalım.
Mecusilikten Kaçış: Hakikatin İlk Kıvılcımı
Asıl adı Mâbe bin Bûzekşân’dır. İran’ın İsfahan bölgesinde, Ceyyun (veya Ramhürmüz) köyünde doğmuştur. Babası, köyün reisi (Dihkan) ve aynı zamanda ateş tapınağının en sadık hizmetkarlarından biriydi. Babası onu o kadar çok seviyordu ki, bir cariyenin evden çıkmasına izin verilmediği gibi onu da eve kapatmıştı. O dönemin batıl inancı olan Mecusilik (Ateşe Tapma) üzerine yetiştiriliyor, sönmemesi gereken “kutsal ateşin” bekçiliğini yapıyordu[1]İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, c. 1, s. 214; Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 5, s. 441..
Ancak Allah (c.c.) bir kulunun kalbine hidayet nurunu düşürecekse, sebepler halk eder. Bir gün babası, işlerinin yoğunluğu sebebiyle onu tarlalarına bakması için dışarı gönderdi. Yolda bir Hristiyan kilisesine rastladı. İçeriden gelen dua sesleri dikkatini çekti. Merakla içeri girdi, onların ibadetlerini izledi ve kalbinde bir titreme hissetti. Kendi kendine, “Vallahi bu din, bizim dinimizden daha hayırlıdır” dedi. Güneş batana kadar oradan ayrılamadı. Eve döndüğünde babasına, “Baba, ben bir kavim gördüm, ibadetleri hoşuma gitti” deyince babası öfkelendi, onu ayaklarından zincire vurup eve hapsetti[2]İbn Sa’d, Tabakâtü’l-Kübrâ, c. 4, s. 75..
Lakin hakikat ateşi bir kere kalbe düştü mü, zincirler onu tutamaz. Selman (r.a.), kilisedeki Hristiyanlara haber gönderdi: “Şam tarafından bir kervan gelirse bana haber verin.” Nitekim kervan geldiğinde zincirlerini çözüp kaçtı ve Şam’a, o dönemin Hristiyanlık merkezine gitti.
Çileli Arayış ve Dört Mürşid
Selman-ı Farisi Hazretleri, Şam’a vardığında “Bu dinin en büyük alimi kimdir?” diye sordu. Ona bir piskoposu (Esقف) gösterdiler. Yanına gidip hizmetine girdi. Ancak bu zat, zahirde dindar görünse de batınen bozuktu; halktan sadaka topluyor ama fakire vermeyip kendine biriktiriyordu. Selman (r.a.) bu durumu fark etti ama sabretti. Adam öldüğünde, halka onun hazinelerini gösterip gerçek yüzünü ortaya çıkardı[3]Zehebî, Siyeru A’lâmi’n-Nübelâ, c. 1, s. 508..
Yerine gelen zat ise, dünyadan elini eteğini çekmiş, zahid ve abid bir kimseydi. Selman (r.a.) onu çok sevdi, ona sıdk ile hizmet etti. Vefat edeceği zaman Selman (r.a.) ağlayarak sordu: “Efendim, beni kime emanet ediyorsunuz?” O zat, “Oğulcuğum, Musul’da falan zat vardır, ona git” dedi.
Selman (r.a.) yollara düştü, Musul’a gitti. Oradaki zata hizmet etti. O vefat ederken Nusaybin’deki bir alime, o da vefat ederken Ammûriye’deki (bugünkü Eskişehir yakınları) bir başka zata gönderdi. Yıllar süren hizmet, sadakat ve arayış… Hiçbirinde “Ben oldum” demedi, “Nereye gitsem?” diye sordu.
Nihayet Ammûriye’deki son mürşidi vefat döşeğindeyken ona şu tarihi vasiyeti yaptı: “Oğulcuğum! Artık yeryüzünde, sana tavsiye edebileceğim, bizim yolumuz üzere olan kimse kalmadı. Ancak ahir zaman peygamberinin gelmesi çok yakındır. O, İbrahim’in (a.s.) dini üzere gönderilecektir. O, Arap topraklarından çıkacak, iki taşlık (Harre) arasında, hurmalık bir yere hicret edecektir. O’nun belirgin alametleri vardır: Hediye kabul eder, sadaka yemez ve iki küreği arasında ‘Nübüvvet Mührü’ vardır. Gücün yeterse oraya git!”[4]İbn İshak, es-Sîre, s. 68; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, c. 2, s. 311.
Kölelik İmtihanı ve Medine Yolları
Bu işaret üzerine Selman (r.a.), sahip olduğu koyunları ve inekleri vererek Beni Kelb kabilesinden bir kervanla anlaştı. Onlar onu Arabistan’a götürecekti. Ancak Vadiü’l-Kura denilen yere geldiklerinde, bu hain kervancılar Selman’a zulmettiler ve onu bir Yahudi’ye köle olarak sattılar.
İmtihanın ağırlığına bakınız! Hür bir bey oğlu iken, hakikati aramak uğruna köle pazarlarına düşmüştü. Ancak o, “Kader” sırrına teslim olmuştu. Bir süre sonra bu Yahudi, onu Medine’de (o zamanki adıyla Yesrib) yaşayan amcasıoğluna sattı. Selman (r.a.) Medine’yi görür görmez tanıdı. O taşlık arazi, o hurmalıklar… Mürşidinin tarif ettiği yer burasıydı! Artık sahibinin hurma bahçesinde çalışıyor, o “Beklenen Misafir”in yolunu gözlüyordu.
Vuslat Anı ve Üç Alamet
Ve beklenen gün… Allah Resûlü (s.a.v.) Mekke’den hicret etmiş, Kuba’ya varmıştı. Selman (r.a.) bir hurma ağacının tepesindeyken, sahibinin yeğeni gelip, “Allah Evs ve Hazrec’in belasını versin, Mekke’den gelen bir adamın başına toplanmışlar, Peygamber olduğunu söylüyor” dedi.
Selman (r.a.) bu sözü duyunca heyecandan titremeye başladı, az kalsın ağaçtan düşecekti. Hemen aşağı inip, “Ne dedin, ne dedin?” diye sordu. Sahibi ona bir tokat atıp, “Sana ne! İşine bak” dedi. Ama Selman’ın kalbi durmuyordu. Akşam olunca biriktirdiği biraz yiyeceği alıp Kuba’ya, Efendimiz’in (s.a.v.) huzuruna gitti.
Birinci Test (Sadaka): “Sizin salih insanlar olduğunuzu duydum. Bu yanımdakiler sadakadır, size getirdim” dedi. Efendimiz (s.a.v.) ashabına “Yiyiniz” dedi ama kendisi elini sürmedi. Selman (r.a.) içinden, “Bu birdir! Sadaka yemiyor” dedi.
İkinci Test (Hediye): Efendimiz (s.a.v.) Medine’ye geçince, Selman (r.a.) yine yanına gitti. “Gördüm ki sadaka yemiyorsunuz. Bu ise size ikramımdır, hediyedir” dedi. Efendimiz (s.a.v.) bu sefer hem yedi hem de ashabına ikram etti. Selman (r.a.), “Bu ikidir! Hediye kabul ediyor” diye sevindi[5]Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 5, s. 442..
Üçüncü Test (Mühür): Bir cenaze vesilesiyle Bakiü’l-Garkad mezarlığında Efendimiz’in (s.a.v.) arkasında dolaşmaya başladı. Amacı sırtındaki mührü görebilmekti. Feraset sahibi olan Efendimiz (s.a.v.), onun niyetini anladı ve ridasını (sırtındaki örtüyü) hafifçe sıyırdı. Selman (r.a.), o muazzam Nübüvvet Mührü’nü görünce dayanamadı; üzerine kapandı, mührü öpmeye ve hüngür hüngür ağlamaya başladı.
Efendimiz (s.a.v.) onu önüne oturttu. Selman (r.a.), başından geçenleri, İran’dan başlayıp Medine’ye uzanan o uzun ve çileli yolculuğu anlattı. Orada bulunan ashab-ı kiram hayret ve hayranlık içinde dinlediler. İşte, arayan bulmuştu!
Özgürlük Bedeli ve “Bizdendir” Müjdesi
Selman (r.a.) artık Müslümandı ama hala köleydi. Bedir ve Uhud savaşlarına bu sebeple katılamadı. Efendimiz (s.a.v.) ona, “Ey Selman! Sahibinle anlaş, hürriyetini satın al” buyurdu. Sahibi, imkansız bir bedel istedi: 300 hurma fidanı dikilecek, hepsi yeşerecek ve ayrıca 40 ukiyye (yaklaşık 1.5 kg) altın verilecek!
Efendimiz (s.a.v.) ashabına, “Kardeşinize yardım edin” buyurdu. Fidanlar toplandı. Resûlullah (s.a.v.) bizzat bahçeye gitti, mübarek elleriyle çukurları açtı ve fidanları dikti. Sadece bir tanesini Hz. Ömer (r.a.) (veya başka bir rivayette o bahçenin sahibi) dikmişti. O sene, Resûlullah’ın diktiği fidanların hepsi tuttu ve meyve verdi, başkasının diktiği o tek fidan kurudu. Efendimiz (s.a.v.) onu çıkarıp yeniden dikince o da yeşerdi[6]İbn Sa’d, Tabakât, c. 4, s. 84.. Altın bedeli ise, bir madenden gelen yumurta büyüklüğündeki altın parçasının Efendimiz (s.a.v.) tarafından bereketlendirilmesiyle ödendi.
Artık hür olan Selman (r.a.), Hendek Savaşı’nda o meşhur stratejiyi; Medine’nin etrafına hendek kazma fikrini ortaya attı. Bu fikir, savaşın seyrini değiştirdi. O hendek kazılırken Selman (r.a.) o kadar gayretli çalışıyordu ki, Muhacirler “Selman bizdendir”, Ensar “Hayır, Selman bizdendir” diye tartışmaya başladılar.
Bu tatlı tartışmayı bitiren ve Selman’a (r.a.) kıyamete kadar yetecek o şeref madalyasını veren Resûlullah (s.a.v.) oldu: “Selman minnâ Ehl-i Beyt!” (Selman bizdendir, Ehl-i Beyt’tendir!)[7]Hâkim, el-Müstedrek, c. 3, s. 598; Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, c. 6, s. 261.
Manevi Miras ve Vefatı
Hz. Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz, Resûlullah’tan (s.a.v.) aldığı “Hafî Zikir” (Gizli Zikir) emanetini ve manevi sırları Selman-ı Farisi’ye aktarmıştır. Selman (r.a.), Nakşibendi yolunun “Sohbet” ve “Hizmet” esaslarını en kamil manada yaşamıştır. Hz. Ömer (r.a.) zamanında Medâin valiliği yapmasına rağmen, maaşını fakirlere dağıtmış, kendisi hasır örerek elinin emeğiyle geçinmiştir. Vali konağında değil, açık havada veya basit bir kulübede yatardı. Birisi ona “Sana bir ev yapalım” dediğinde, “Ayakta durduğumda başım tavana değecek, yattığımda ayaklarım duvara değecek kadar olsun yeter” demiştir.
Ömrünün son demlerinde, yanına ziyaretçiler geldiğinde ağlamaya başladı. “Neden ağlıyorsun?” dediklerinde, “Dünyadan ayrıldığıma değil… Resûlullah (s.a.v.) bize ‘Dünyadan nasibiniz bir yolcunun azığı kadar olsun’ buyurmuştu. Halbuki şu etrafımdaki eşyalara bakın!” dedi. Odasında ise sadece bir leğen, bir matara ve bir ibrikten başka bir şey yoktu[8]İbn Mâce, Zühd, 1..
Selman-ı Farisi (r.a.), Hicretin 36. yılında (Miladi 656) Medâin şehrinde vefat etti. Vefat ederken hanımına, sakladığı bir misk kokusunu getirmesini istedi, onu suyla ezip etrafa serptirdi ve “Şimdi yanıma öyle misafirler (melekler) gelecek ki, onlar güzel kokuyu severler ama yemek yemezler” diyerek ruhunu Rahman’a teslim etti.
O, bu yüce emaneti, Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) torunu, fıkıh ve takva deryası olan Kasım bin Muhammed (k.s.) Hazretlerine devretti. Bir sonraki yazımızda, Silsile-i Aliyye’nin üçüncü halkası, “Yedi Fakih”ten biri olan ve Ehl-i Beyt ile Sıddıkiyet soyunu kendinde birleştiren Kasım bin Muhammed Hazretlerini anlatacağız.
Allah (c.c.) bizleri Selman-ı Farisi (r.a.) Efendimiz’in hakikat aşkından ve şefaatinden hissedar eylesin.
Dipnot
| ↑1 | İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, c. 1, s. 214; Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 5, s. 441. |
|---|---|
| ↑2 | İbn Sa’d, Tabakâtü’l-Kübrâ, c. 4, s. 75. |
| ↑3 | Zehebî, Siyeru A’lâmi’n-Nübelâ, c. 1, s. 508. |
| ↑4 | İbn İshak, es-Sîre, s. 68; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, c. 2, s. 311. |
| ↑5 | Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 5, s. 442. |
| ↑6 | İbn Sa’d, Tabakât, c. 4, s. 84. |
| ↑7 | Hâkim, el-Müstedrek, c. 3, s. 598; Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, c. 6, s. 261. |
| ↑8 | İbn Mâce, Zühd, 1. |
Sohbete Katıl